Advertisement 300 X 250

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Yeraltındaki Kürtçe Müziği

İlkin Yunus Dişkaya’yı dinlemiştim. Ev sanatçısı diye tanımlıyordu kendini; yıllar öncesinden uğraştığı, uğruna belki de işini aksattığı müziğini geliştirmiş eserler ortaya koymuş ama gelin-görün ki bizim müzik duayeni plak şirketlerimiz tarafından beğenilmemiş ya da içerik-biçim ilişkisi onların kulağına hitap etmemiş olacak ki biz çok sonraları tanıdık çok sonraları bu doygun müzik insanını. Cigerxwin ve hayyam ın şiirlerini besteliyor çoğunlukla: şêrine, ho ho şivano, hey pale, dinya li hev hatine yi çok özgün bir tarz da enstrümanlarda yüzde yüz Yunus dişkaya anlayışıyla bestelemiş. Çoktandır deneysel Kürtçe müziğe uzak kalmışsanız ve kulağınıza iyilik etmek istiyorsanız dinleyin: http://www.myspace.com/yunusdiskaya

Kısa biyografisini kendi ağzından alıntılayayım:

1978de adıyamanın kahta ilçesinde peydah oldu.çeşitli dergahlarda öğrencilik kariyerini tamaladıktan sonra,beş yıl boyunca iü.de ingilizce okutmanlığı yaptı ve askerlik dönüşü istifa etti.onbeş yaşından beri bağlama tırmalamakta,üçbeş senedir de gitar ve keman kurcalamakta ve çıkardığı sesleri müzik zannetmektedir.Uzaktan bakılınca insana bile benzemektedir.

“Siya şevê” şu sıralar yer altı olmaktan çıkmak üzere ama hala hak ettiği yerde değil ve biliyor, tahmin ediyorum ki hala çok sıkıntı çekiyorlar eserlerini biz dinleyicilere ulaştırmak için , yine bu yapımcı sorunlarına kurban giden gruplardan, dinlemiş olabilirsiniz ama dinlemeyiniz varsa : http://www.myspace.com/siyaseve

Hakan Can dan ne kadar bahsettik ve hala bahsetmemize gerek var mı bilmiyorum ama nerde olduğunu, yaşadığını, ya da yiyip içtiğini bilen gören duyan varsa ses versin. Tek albümü “ax welato” yu çıkardıktan sonra ne bir röportaj, konser bile bırakmadan gitti. Hatta albüm kapağında bile yüzü bizlere dönüktü. Acaba bir mesaj mı vermek istiyordu bilmem ama artık şu kısır döngü kürt müziği çağında onun da ortaya çıkıp en azından 98 yılından beri kendisini ve tek albümünü bıkmadan dinleyenlerin bir gün yine söyleyecek diye umutlanışlarına çağrı vermesi, şu garip ve naçar dinleyenlerini sevindirmesi gerekiyor.

Mirady de aslında diğerlerine nazaran albüm çıkartabilmiş bu açıdan şanslı olsada yeterince tanıtımı yapılmamış bir isim.En son aldığımız haberlere göre de yakında bir albüm çıkartmaya hazırlanıyormuş , umarız deyip vereceği yeni bir röportajda yapımcı sorunlarını yine yaşamamasını veya herhangi bir alt satırda bu gibi sorunların geçmediği haberler bekliyoruz ondan .

Albümünü taşlı, barikatlı yollardan geçerek çıkartabilen ama buna rağmen yine de az bilinen gruplarımızdan biri de “Hivron”. 2007 de çıkarttıkları albümleri yeterince başa alıp dinlenilmedi bence. Eskitilmeyecek ve yenilenebilir, üzerinde formlar oluşturulabilecek bir müzik altyapısı oluşturdular. Silvan da zembilfroş kültür sanat atölyelerinde müzik dersleri veriyorlardı grubun üyeleri son görüldükleri yerde. Şimdi onlar da ne yapıyor ne düşünüyorlar ya da artık müzikler ilgileniyorlar mı bilinmez.

Yeraltında olmaları onların tercihi mi sanmıyorum ama onlar yerin altında da yerin yedi kat altında olsalar da onları bulup bir şekilde dinleyeceğiz, onlara hak ettiği değeri vermeyen ve popülere prim veren kürt müzik endüstrisine! kalite istediğimiz mesajını belki böylece ulaştırabileceğiz.

Günah keçisi

Nisan ayında Mardin Bilge (o köyün adı Zanqırt değil, Zaqert. Bunca yıldır oraya Zanqırt diyenini görmedim. Kim uydurduysa artık oranın adı Zanqırt kaldı.)köyünde yaşanan katliama dair söylenmeyen söz kalmadı herhalde.

Olayın sosyolojik, psikolojik, ekonomik her yönü günlerce her ortamda tartışıldı durdu. Bu başlıklar altında bize söyleyecek yeni bişey kalmadı yani.

Tüm bunlar tartışılırken bir nokta atlandı sanki. Ya da ben hiçbir yerde rastlayamadım buna. O da katillerin, katliamı taşımak istediği düzlem.

Planladıklarına göre düşman bellediklerinin kökünü kuruttuktan sonra kaçacaklar ve olay Mardin’de cereyan ettiği için suçu da potansiyel suçlu PKK’ ye atacaklardı.

Yaptıkları yanlarına kar kalacak, cenaze töreninde ağlayıp, dövüneceklerdi. “Kahrolsun PKK” diye slogan atacaklardı belki de…

Kamuoyu buna inanacaktı. Kimse de bundan şüphe etmeyecekti. Ki olayın hemen ardından internetteki haber sitelerinde, sözlük, forum gibi tartışma ortamlarında şehirdeki sıcak koltuğunda oturup bölgeyle alakalı bişey bilmeyenler olayın failini PKK olarak belirlemiş, küfürler savurarak infaz etmeye başlamıştı bile. Sadece bu yaklaşım bile katillerin kendilerince “doğru” bir plan yaptıklarını kanıtlıyor neredeyse.

Çünkü Bölge ile alakalı insanların zihnine yerleşmiş bi fikir var. “Eğer orda bir silah patlarsa bunun faili PKK ’dir. ”

Kürtler ve Kürt sorununu tarafsızca inceleyen vicdanlı insanlar bunun öyle olmadığını gayet iyi biliyor. Askerin, korucunun, polisin çoğu zaman bireysel çıkarları için köy bastığını, yaktığını, sokakta adam vurduğunu da biliyor. Medyada çıkan her yalana inanmıyor.

Önce Uğur Kaymaz cinayetinde, sonra Şemdinli’de en son da Zaqert’te suçüstü yakalanan “güvenlik güçleri” inin sütten çıkmış ak kaşık olmadığının da farkında.

Ama toplumdaki genel yargı bunun dışında. Medyanın da etkisiyle öyle bir hava oluşturulmuş ki insanlar olayı duyar duymaz kesin karara varacak kadar bu işi kimin yaptığından emin olarak konuşabiliyorlar.

Neden? Çünkü bir günah keçisi var, PKK. Her suçu ona yüklersin olur biter. Kimse de sana bir şey sormaz yargılamaz, cezalandırmaz.

Bu durum bi aralar öyle bir hal almıştı ki hatırlıyorum Diyarbakır, Nusaybin, Cizre gibi yerlerde işlenen faili meçhul cinayetleri bile PKK yaptı diye lanse ediyorlardı. Kimse de bunları kimin yaptığını soramıyordu. Zaten soranı da vuruyorlardı ya da belki bir petrol kuyusuna atıyorlardı.

Aslında sormamız gereken temel soru şu: acaba bölgede buna benzer kaç olay oldu da faturası PKK ’ye kesildi.

Askerin korucunun yaktığı, yıktığı kaç köyün faili olarak PKK gösterildi mesela?

Zaqertli katiller bu fikre nerden vardılar? Devlet adına eline silah alanların yaptıkları, araştırılıp soruşturulmadığından, kimsenin cezalandırılmamış olması onları da bu işi yapmaya teşvik etmiş midir?

Evet, etmiştir Ve Bence en büyük etkenlerden biri budur.

Asit kuyularına adam gömenlere yol kenarlarında, kuytularda köşelerde adice adam vurduranlara cumhurbaşkanı madalya takarsa, eline resmi silah alan köylü de katliam yapar, suç başkasına atacağını ve milletin de cidden bunu yiyeceğini düşünür.

PKK üstlenmediği halde hala, Güngören’deki bombalar, Beytüşşebab’taki minibüsün taranması yine, Güçlükonak’taki köy minibüsünün taranıp yakılması PKK den biliniyor. Bunlar Zaqert olayından sonra sizde de şüphe uyandırmıyor mu? Bende uyandırıyor hem de fazlasıyla.

Bu memlekette bu soruların yanıtlarını verecek araştıracak bir kurum var mıdır? Hiç zannetmiyorum. Zaten ne zaman bu konuda devlet dürüst bir şekilde çalışır ve gerçek failleri yakalarsa belki o zaman gerçekten de Kürt sorunu bir çözüme kavuşur.

Yarım Ay (Nîvê Heyvê) filmi ve Şifreleri !

Kürt yönetmen , Kierkegaard ‘ın “Ölüm varken ben yokum,ben varken ölüm” sözü ile başlatıyor filmini, Sizde ; “ee şimdi ne oldu” cümlesi ile bitiriyorsunuz.

Yarım Ay (Nivê Heyvê) filminin özeti budur..

Malum Kürt sinemasının,sinemasal yolculuğu Hindistan seferleri yok bilemedim Sibirya tarafına yol alan,hadi iyi haline indirgersek doğu treni ile yola başlayan bir tren misali.Japon tarafına ne zaman geçeriz en ufak bir öngörüm yok.Tabi olurda geçtik ama ben büyük ihtimal o zaman buralarda olmayacağım,ricamdır Takashi Miike tarzını Kürt sinemasına sokmayın..Yanlış anlaşılmak istemem,karşıt değilim sadece sonuçlarını ve ortaya çıkacak ürüne The Passion of Christ’ı izleyen yaşlılar başta olmak üzere hassas bünyeli vatandaşların oracıkta can vermesi üzücü olur.İşin daha trajik tarafı bu ölümlerin de Kürt sorununa bağlanacak olması.Anlatabiliyorum derdimi değil mi?

İran şu günlerde siyasi olarak malumunuz gündemden düşmüyor.Merak ettiğim şeylerden biri de şu oldu;Aceba bir çocuğu arabaya koyup sadece diyalogtan film çıkartan,yada bir çocuğun eline ekmek verip sokaktan yürüten ve buna film çeken,cennetin renkleri,çocukları gibi yapımlarda da işe biraz daha farklı bakan Abbas Kiyarüstemi (abbas kiarostami),Ahmedinejad karşıtı devrim yanlısı gençlerin direnişini bir çocuk gözünden vermeyi düşünüyor muydu? Düşünüyorsa ne zaman verir ve nasıl bir şey çekerdi?

İran sinemasının “İran Yeni Dalga” akımını yaratmada pay sahibi olan ve pek çok kişinin peşinden gittiği üstad Abbas,şüphesiz Ghobadi’yi de etkilemiştir.Bahman Ghobadi’nin uzun metrajlı ilk üç filminde de başroller neredeyse hep çocuklardır.Yine Mohsen Makhmalbaf ‘ın Ghobadi’nin üstündeki etkisi tartışmasızdır ve işte İran yeni dalga akımına da üçüncü kuşak olaraktan giriş yapan Ghobadi sanırım kendi çapında ki kuşağı Yarım Ay ile attı.. Elbette konumuz İran sineması değil,o çok geniş bir mesele.Ama yeri geldikçe bahsetmeyi düşünüyorum..



Yarım Ay filmi Kürt sineması için farklı duran bir kilometre taşıdır.Sürrealist oluşu yer yer deneysel sinemaya kayışı bir yandan da “gerçeklik akımından” kopmak istemeyişi ile sınırları ve dikkatleri zorlayan bir film.Özellikle dikkatleri zorluyor dedim,çünkü iyi izlemek gerek,yoğunlaşmak gerek; yoksa film elinizin altından uçup gider ve sıkılırsınız,sövmeye başlarsınız bu nasıl film diye.

Açıkçası filmin odak sorunu var.Özellikle kürt kültürüne yabancı olan izleyicilerin bu sorunu fazlasıyla yaşadığını düşünüyorum.Sinemanın yoktan var eden o fantastik dili acaba bu sorunu bu filmde aşmış mıdır? Aşmaya yetmiş midir? Bilmiyorum..Bildiğim bir şey varsa,belli kültürlerle yoğunlaşmış ve anlatılmış filmlerin o kültürün yabancısı olan izleyicileri zorladığı gerçeği..Diyelim ki,El Violin izliyorsunuz,Plutarco ve oğulları sokak ortasında yediği Taco’nun biz ve bir Meksikalı için verdiği anlam nedir?

Elbette fark büyüktür..olması da doğaldır.Bugün kendi kültürü ile harmanlanıp yapılmış bir film,sinemasal anlamda ve bağımsız sinema bağlamında da büyük önem taşıyor.Nivê Heyvê’nin farklarından biri de bu durumdur..Ve işin daha farklı bir yüzü de film içindeki Kürt kültürünün hemen hepsinin sembolizm ile verilmesidir.

Yarım Ay,orijinal adı ile Nîwe mang hakkında bilinmesi gereken ve genelde atlatılan ilk nokta Avusturya ve Fransa destekli bir film oluşudur.Özellikle Avusturya’nın desteği büyük.Her yıl düzenlenen Mozart yılı etkinlikleri kapsamında sunulan bir projedir Yarım Ay.Mozart’ın anlatılacağı projeye bende Kürt Mozart’ı çekmek istiyorum diyen Ghobadi’ye kapılar açılmış.Filmin baş kahramanı Mamo,Mozart’ın Kürt halinden başka bir şey değildir.Tabi bir dehayı Kürt olarak anlatmak yada onun düşünü soyuttan somuta aktarmak kolay olmasa gerek.Düş ile gerçeğin birbirini kovalaması filmde sıkça gördüğümüz bir şey.İran sinemasının Gabbeh’ten sonra devr aldığı,bir nesneye canlılık kazandırıp onu anlatma yöntemi Mamo’nun yolculuğun da bol bol var.Filmi horoz dövüşü ile başlatan Ghobadi,ilk olarak Emir Kustarica filmlerine sanki selam veriyor Mamo’nun nezlinde.Kako’nun iki küçük oğlunun da Balkan yöresinden parça okumaları bu ayrıntıyı biraz daha güçlendiriyor.

Mamo yurtdışında yaşayan bir sanatçı.Bir zamanlar tüm Kürdistan’ın tanıdığı bir sestir.Saddam devrildikten sonra ülkesine ilk defa gelecek ve büyük bir konser verecektir.Kako’dan yardım alır ve oğullarını toplar.Mamo çok heyecanlıdır ve çıktığı bu yolda,önüne ne engel çıkarsa çıksın pes etmeye niyetli değildir.Henüz savaş ortamı vardır ve işler kolay değildir.Mamo’nun asıl sorunlarından biri de 1334 kadın sanatçının yaşadığı yasaklı bir sürgün köyde kalan Heşo’yu da grubuna katmaktır.Heşo kadın kimliği ve muazzam sesi ile Kürt kadın motifini simgeler.Kadının Kürt toplumundaki yapısına yasaklardan dem vurarak bizimle tanıştırılan Heşo’yu;filmin bir yerinde Mamo’nun ağzından dökülen “O olmadan bir hiçiz” sözleri en iyi şekilde anlatır.Çünkü Heşo ölüyü bile diriltecek bir sese sahiptir.Bunun anlamı alsında şudur: Kürdistan’da kadın hayattır.

Bir yol filmi ve yolun sonunun bilindiği bir çırpınışta Mamo’nun inadı..İlk başlarda her şey olağan iken Mamo’yu gördüğümüz ilk sahnede,kendisinin gördüğü tabut ile yerinizden hafif kımıldıyorsunuz, ve yolda onu bekleyen bir oğlunun “baba bu yolculuğa çıkma,dün bilge adam bu yola çıkma dedi” sözü ile morali bozulan Mamo’nun orada gördüğü düş ile iyice başlıyor düş ile gerçeklik arası savaş. Bu sahnede Yezidi inancı görüyoruz.Yaşlı ve uzun saçları ile kendinden geçen,ibadete tutulan grubun arasından ileriye yol alan Mamo en son bir adamın önünde diz çöker.Beyazlar içinde yüzünü göremediğimiz bu adam oğlunun bahs ettiği bilgedir.Üzerindeki bembeyaz elbise ölüme atıftır.Kefendir..Yine bilge adamın Yezidilerden seçilmiş olması da onların geniş kültürlülüğüne sanırım bir göndermedir..Dini motif filmde sadece yezidiler değil,dikkat edilirse film başlarında Mamo’nun elinde beyaz-yeşil renkli bir bayrak misali bez var.Anlamı nedir bunun?Ben o renkleri İslam’a yordum.İslam inancıda filmin içine serpiştirilmiş ve filmin genel tablosuna yansıtılmak istenen “dinler arası diyalog” gibi bir mesaj çıkmış.

Pek çok arkadaşa da sordum “sizde ay hastalığı var mı?” diye..Sadece birkaç arkadaş evet dedi.Güneydoğu dışından olan arkadaşlar ise ismini bile duymamış.Hatırlıyorum biz köyde iken saçtan yada kurşun dökmesinden ay şeklinde mini bir kolye yaptırılıp çocukların boynuna asılırdı.Sebebi de çocukların ay hastalığına yakalanmasını engellemekti.Dolunay zamanlarında olurdu bu hastalık yada ayın herhangi bir zaman diliminde berraklaştığı zaman.Kürt kültüründe bu inanış varken başka yerlerde çok nadir.Filmde uğursuzluğun bağlandığı bir durumda ay ve ayın yarım hali.Bir hastalığa sebebiyet olacakmış türünden bir algı var.Tamda böyle bir anlatımın geçtiği sahnede Mamo yine söze girip “ölüm bile kötü şans değildir” deyip filmin başına atıfta bulunarak,birazda Kürt’lerin batıl inanç dünyasına eleştiri getiriyor.Mamo’nun Avrupa yaşamını da görüp benimsemiş olduğu,belli şeyleri kendi bünyesinde kırdığı,yer yer geleneksel jargonun dışına çıktığı yerler var.Bunlar hareketlerle verilmiş.İyi de olmuş..

Mamo’nun oğulları filmin sonun gelindiğinde paramparça oluyorlar.Toplamda dörde bölünüyorlar.Yani anlaşılacağı üzere Mamo’nun oğulları Kürdistan’ı simgeliyor.Kürdistan olurda ihanet olmaz mı? Olur…Filmde babasına bu yolculuğa çıkmayalım diyen sakallı,gözlüklü oğlu filmin ihanet ayağıdır.Şarkıcı Heşo’nun kaçırılmasını tezgahlayan odur.O olduğunu ise mola verdikleri bir yerde baba oğul göz göze geldiklerinde kameranın ağır çekime geçip,babanın şaşkın bakışlarına fokuslanan bizlerin bir taraftan da oğlunun kafasını sallayışını görüyor olmamız..İçinde pişmanlık yok değil ama iş işten geçmiştir artık..Diğer taraftan pişmanlık yaşayan ve militarist anlamda minimalist bir şekilde bize sunulan Kürt asker portresi de ilginç duruyor..

Kürtlüğün zor oluşunun da anlatıldığı ve kışta bile çıplak olarak suda çalışacağınızı,bir müzik atölyesi ile görüyoruz.Bu tür sahneler filmin en doğal yapısı ve tanıdık Ghobadi gözlemleri..

Filmin son çeyreğine doğru iyice Lost Highway (Kayıp Otoban) tarzına bürünen filmde sanki David Lynch’e meydan okuma var.Yönetmenimiz bende ters köşe yaparım bende kafa karıştırırım diyor.Ve ortaya Niwemang adlı güzel kızımızı atıyor.Hemde en beklenmedik yerde ve şekilde.Yol alan bir arabanın tepesine birden biri düşüyor.Güzel kızımız..Arabayı durduruyor ve Mamo ile diyaloga geçiyor herkesin şaşkın bakışları.Aslında arabaya düşen kız değil ölümdür.Niwemang Azrail’dir.Görevini tamamlamak için gelmiş…Mamo çok geçmeden anlıyor bu gerçeği ve “ne istiyorsun benden” demesi de bundandır..Kaderine de razı olduktan sonra isteği şu “beni ölü ya da diri o sahneye çıkar” ..Mamo mezarlıkta iken kendini içine atıp izlediği yarım ay’a artık kökten kavuşuyor ve yolculuğunun sonuna göğsünde notalarla geliyor..

Filmin iki unutulmaz sahnesi de var.Birincisi yasaklı sürgün kadınların bulunduğu köye giden Mamo’nun Heşo’yu aldığı sahnede onlarca kadının hep beraber Arbane çalışıdır.Görsel anlamda müthiş bir sahne olup İran tarafından da sansüre uğramıştır..Diğer bir sahne ise filmin sonunda yapılan Türkiye eleştirisidir.Ağlamaklı bir şekilde buldukları Kako’nun saçları gitimştir.Ne oldu sana dediklerinde ise “Ben, horozum ve kameram tabuttaydık. Araba hareket etti. Sonra birilerinin Türkçe konuştuğunu duydum. Birden tabut açıldı ve bana doğru gelen dört Türk polis gördüm. Ben Türkçe bilmem. Tek bildiğim kelime ‘Seni seviyorum’; onun da ne demek olduğunu hatırlamıyorum. Neredeyse beni öldürüyorlardı. Beni tekmelediler, vurdular. Ne yaptıklarına bir bak! Ceketimi aldılar, kameramı aldılar. Güzelim saçlarımı kestiler. Biri horozumun başını kopardı, onda kuş gribi olduğunu söyledi. Onu kebap yaptılar ve gözümün önünde yediler. Başka bir tanesi de Mamo’nun sazlarını aldı, kırıp yaktı.” demesi sınırdaki anlayışa bir göndermedir..



Şunu da sormadan olmaz.Wireless bağlantının Irak dağlarında işi ne? Bu ve buna benzer mantık hataları elbette var.Ve tabi ki alt yazı sorunu.Film yine sadece İngilizce alt yazının çevirisi ile yetinilmiş İspanyol filmlerin Türkçeye çevirisi gibi bir durum ortaya çıkmış..

Görüntülerinin net olduğu ve eleştirmenlerce de tam not alan filmi bir sefer izlemek,filmi anlamak açısından zor gibi duruyor..

Kürt sinemasına katkı sağlayan böyle filmlerin çoğalması dileğiyle..

Kürtçe dilinde bütünlük sorunu


Biz Kürtlerde çok meşhur bir söylem vardır, biz böyleyiz ne yapax kardeşim diye. Böyle olmak yanlış giden ya da yanlış olan bir şeylerin adeta üzerine örtü çekmek ya da karşındakinin tezini duygu bağlamında ele almaya benzer. Hâlbuki karşıdaki elbette duygusal açıdan değil mantıksal çerçevede bunu ele almaya çalışıyordur. Kürt illerini hatta ilçeleri de geçtik köyler arasında bile dilsel farklılıklar çok çeşitlilik gösteriyor. Böyle olunca da birbirimizi anlamıyoruz şikâyetleri daha fazlalaşıyor senin ne dediğini anlamıyorum cümleleri gelir, kim kime dum duma olur eylemlerimiz, düşüncelerimiz. Bağımsızlığı bu açıdan yorumlamaya kalkışmış oluruz. Dildeki oynamalar dili değiştirm,e deforme etme bir toplumda yapılan ve yapıla gelmiş en büyük kötülüklerdendir, değiştirilmesi eski haline gelmesi yılları bazen yüzyılları alır hatta. Çünkü onu eski haline getirmeniz ya da doğrusuna yaklaştırmanız için önce dedeyi, sonra babayı, sonra çocukları düzeltmek gerekir. Dede ve babayı düzeltmeye girişilmesi çok iyimser bir davranış olur çünkü belli bir yaş sınırı ve öğrenme süreci zorluğu vardır, ya da kalıplaşmıştır yapamazsınız o yüzden çocuklardan ya da gençlerden başlamak gerekiyor.
Sürekliliği, nesilden nesile geçme özelliğiyle ve sosyal bir varlık olma sebebiyle dil dönüşüm geçiren kendini yenilen kendini kaybeden, sarhoş olan, uyuyan, gezen keyif çatan bir şeydir de aynı zamanda ve genelde yaşadığı beraberlik sürdüğü kişinin yaptıkları onun gövdesini oluşturur. Genelde biz Kürtlerdeki çiftçilik ve hayvancılıkla olan terimlerin çeşitliliği ve küfür haznemizin genişliği de ancak bununla açıklanabilir. Yüzyıllar boyunca tarım ve hayvancılıkla uğraştığımız için çok özel teknik kavramlar için Kürtçe sözcükler mevcuttur ve tamamına yakını Kürtçe kurallıdırlar. Yine felsefe ile ilgili terimlerde Almanlar, ekonomi ile ilgili olan terimlerinin çıkışına Amerika ile tanıklık ediyoruz.
Köylüler rahat insanlardır genelde, uğraştıkları dışında bir kaygıları olduğu nadir görülür. Şair Şükrü erbaş ın “köylüleri neden öldürmeliyiz” şiirinde gönderme yaptığı gibi:
Herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünmezler...
Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde...
Pek de dertleri yoktur uğraşları dışında. Şiirin tamamını bulabilirsiniz ben bir bölümünü buraya yazdım sadece. Bu şiirin konumuzla ilişkisi dildeki vurdumduymazlıkları, rahatlıkları ile dilin bozulmasını bağlaca alıyoruz. Fark etmişsinizdir Diyarbakırdan Van a, Urfa dan Mardine, Hakkari den Diyarbakıra gelirken ki anlaşamama sorununu. Hakkari deki insan Kürtçede ki “öyle “ sözcüğüne “welê”, Mardindeki “wilo” Van daki “waya” der. Yine” çerê”, “çilo”, “çama” , gibi köy efsaneleri ile sıkça karşılaşırız. Bunları yani şehirler arası dilsel farklılıklarımızı toplarsak sanırım dünyadaki en zengin ya da kelime zengini topluma ulaşmış oluruz ki bu da düşündürücü bir husus olarak bir parantez de kalsın.
Evet gazetelerimiz, kitaplarımız okunmuyor okunamıyor, evet anlaşamıyoruz ya da Hakkari Kürtçesi ile yazılan bir kitabı Diyarbakırlı ya da Mardinli bir insan anlayamıyor ve bunu düzeltmek için gerekli olgunluğu kimse gösterecek gibi durmuyor. Herkes kendi dilinden çıkaracağı yanlış sözcükleri kültürel erozyon olarak görüyor ama çok yanlış bir ve sığ bir bakış açısına çıkar bu. Asıl yıllar boyunca temelsiz oluşturulmuş, hiçbir tarihsel veya oluşum anlamında mantıksal açıklaması olmayan sözcükleri dilden ayıklamadığımız sürece bu sorun devam edecek.