Advertisement 300 X 250

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Hesenê Cizîrî

hesengizrawi
Sabah karın ağrısı ile uyandım.Yataktan kalkamadım.Sırt üstü uzanıp gözümü tavana diktim ve öylece bekledim,karın ağrım geçer diye.Yarım saat geçti ama bana mısın demedi,bende içimden kendime bir not düştüm : "Ez nexweşîm"-ben hastayım- ..

Hasta olunduğunda bazı alışkanlıklar değişir,bazı yeni şeyler edinilir ve sonradan hobi haline getirilir.Aklıma hemen Julio Iglesias geliyor,futbolcu idi ve sakatlanıp hastaneye düştüğünde gitarı eline aldı,şimdi onu ve futbolu yan yana hatırlayan var mı? MFÖ'nün Fuat'da yanılmıyorsam hasta iken başladığı maket uçak işinde şuan başarıılı bir isim..Tabi benim öyle bir derdim yok ben evdeyim ve uzanmışım,geçmesini bekliyorum ağrımın..

Benimde yatağa düşme zamanlarında müziğe olan ilgim artıyor,müzik benim için çok daha anlamlı hale geliyor..Hele ki parçaların frekansı o anki ruhumu yakalıyorsa,bu benim için tedavilerin en büyüğüdür.Ameliyattanda ötedir..

İşte böyle anlarımda bir parça var ki;ben ona bitiyorum.Sevgili Hesenê Cizîrî'nin sesi ve "ez nexweşîm" parçası..Parça her ne kadar aşksal bir hastalığa atıfta bulunuyorsa da Hesenê Cizîrî'nin girişte söylediği "ez nexweşîm" öle bir söylem ve öyle bir derindir ki komaya giresiniz gelir.Sesi sizi üzer,ağlatır;çünkü kendisi bunu çok içten söylüyor severek söylüyor.Zamanında bağdat radyosundan onu ilk dinleyenler "ez kevokum'un hızlı ritimleri ardından bunu duyunca en az benim kadar karın ağrısı çekmişlerdir.Bir kuşak onu tanıyarak ve hayranlıkla,bir kuşakta onu bilmeden sevdi,sabah sabah dinledikleri Elîkê Betê, Bavê Seyro,Evdalim, Metran Îsa, Wey Lo lo, Ez Nexweşim, Bilbilo, Koçerê,Kevok im lêlê, Bejna keçikê, Nazliyê wey Nazliyê vb. şarkıları ile.

Sayıklıyorum "Gewra minê mîn go ez nexweşîm / de were ser mîn " ve bu büyük sesin gizemini anlamaya çalışıyorun.Aklıma Evdilê Koçer'in onun hakkında söyledikleri geliyor.Sahi ne diyordu? "Onu dinlediğim zaman kürtlüğümü seviyorum,ben hastayım parçasını dinlediğim de deli oluyorum,çöllere düşecek kadar deli.." sonra ekliyordu sevgili Koçer "filozoflar der ki;bir ülkenin kanunlarını müzisyenler koyar".Dengbêjler söz ustalarıdır ve sözleri de aslında kanun kladar değerlidir.Hesenê Cizîrî' de kanunlarını söylemişti kendi icra ettiği onlarca stran ile.

Platon'un ideal devlet ütopyasında da müzik yerini alır ve müziği devletin en büyük görevleri arasında sayar.Çarpıcı değilmidir bu? Kendisi devam eder;madem devletin en büyük görevi halkını erdem ve huzura göre yetiştirmektir o halde beden için nasıl ki idman bu işin ilacı ise ruh içinde müziktir.Bunun başka yolu yoktur der Platon.

Hesenê Cizîrî de ruha iyi geliyor pek çok çağdaşı gibi. "Aman aman koçerê" dediğinde de "ez evdalim" dediğin de.Sesinin ve kürtçesinin duruluğu,güzelliği nağmeler arasında akıp gidiyor.Kürt Kültür Enstitüsü'nün Duhok şubesi,klasik kürt müziğinin duayenlerini tek tek derleme çalışmaları kapsamında bu büyük sese de el atmıştı ve 5 cd'lik,yaklaşık 60 parça ile sevenlerine sunmuştu.Kendisinin kısa hayat hikayesi de burada sunuluyor.Aktarmak gerekirse "1917 yılında Cizre'de doğan Hesenê Cizîrî, ailesinin ekonomik koşullarından dolayı Zaxo'ya göç eder. Ailesinin yaşadığı ekonomik sorunlar nedeniyle Cizîrî çocuk yaşta farklı işlerde çalışmaya başlar. Önce bir kalaycının yanında çırak olarak çalışan Hesen Cizîrî, bu sırada dolaştığı köylerde ezgiler söyler. Yaşadığı ortamdan, zorluklardan dolayı daha 10 yaşındayken Cizîrî'nin gözlerinin feri sönmeye başlar ve birkaç sene sonra tamamen gözlerini kaybeder. 1941 yılı Cizîrî için bir dönüm noktasıdır. Çünkü artık Bağdat Radyosu'nda Kürtçe şarkılar söyler. 1961 yılında Bağdatlı bir kadınla evlenen Cizîrî, iki kız ve bir oğlu olur; 1976 yılında tekrar Zaxo'ya döner ve ömrünün sonuna kadar orda kalır. Hesen Cizîrî, 'Kevokim', 'Metran ësa', 'Kevokim', 'Ez nexweşim', 'Nazliyê wey Nazliyê', 'Elîkê Betê', 'Evdal', 'Bilbilo', 'Koçerê', 'Bejna keçikê' gibi ve daha onlarca unutulmaz ezgiye imza atar. Cizîrî söyler ezgilerini, Kürt sanatına bir şeyler katmaya çalışır ama hep sahipsizdir ve sahipsiz ölür birçok Kürt sanatçı gibi. 1983'ün Ağustos'unda hayata gözlerini yuman Cizîrî ardından onlarca ezgi bırakır."...

Evet malesef sonları genel itibari ile hüzünlüdür büyük kürt seslerinin.Seslerin şahı olarak kabul eidlen Şakiro, İzmir'de açlıktan 95 yılında vefat etti.Adını bilmediğimiz onlarca ses sefalet içinde aramızdan ayrıldı.Sahip çıkılmadı.Hesenê Cizirî'de bunlardan biridir.Salihê Kevirbîrî'nin bir yazısında okumuştum.Üstad Cizîrî,Zaxo’da vefat ettiğinde, evinde üç gün zorunlu bekletilmiş.Çünkü sahibi yok.

Asıl şaşırtıcı olan ise bunca yoksulluk ve rezalet içinde nasıl olurda böyle parçalar yaptığıdır,yaptıklarıdır,yapabildikleridir.Bir gün bunu anladğımızda,Dengbêjlerin ve klasik kürt müziğinin de sırrını anlamış olacağız..

Ve benim hala karnım ağırıyor,sırf en nexweşîm'i dinlemek,yatakta kıvranmak için hep ağırsın,pekte umrumda değil!




Ben buyum işte!

İsveç sinemasının dünyaca en çok tanınan yönetmeni; hem sahnede hem perde de eşsiz işler bırakan Ingmar Bergman, geçen temmuz ayında Farö adasındaki evinde yaşama veda etti. Yedinci Mühür, Yaban Çilekleri, Persona ve Sessizlik gibi dünya sinema tarihinde önemli yer edinen elli film yöneten, aynı zamanda yüze yakın tiyatro ve opera sahneye koyan usta yönetmen, öldüğünde seksen dokuz yaşındaydı. Bergman’ın 1986 yılında yazdığı otobiyografisi Gökçin Taşkın’ın çevirisiyle Agora Kitaplığı’nca yayımlandı. Ingmar Bergman, 1918 yılında Uppsala’da papaz bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Sinemasında ölüm, zaman, yaşam, sevgisizlik, yalnızlık, Tanrı, varoluş, benlik çatışmaları, bireyin bölünmüşlüğü gibi kavramlar ekseninde sorular sordurttu. Yönetmenin kişisel sorgulamalarına da değinen bu sorular, otobiyografisinde şaşırtıcı bağlantılara dayanıyor. Bergman da bu düşünceyle kitabında çocukluk anılarını ve film, sahne çalışmalarını peşi sıra getiriyor. Kitabı bir bakıma film senaryosu gibi kurgulamış. Annesine öyle bağlıymış ki, bağlılığı annesini bile endişelendirirmiş. Bergman, otobiyografisini annesinin ölümüyle başlatıp, ölümünden sonra buldukları güncesinden bir pasajla bitiriyor. Belki de yaşamındaki en derin acıyı hissettiği bu anda ölüm tüm hikâyeyi başa sarıyor. Doğduğu gün, annesinin İspanyol gribi geçiyor olmasından ölümle burun buruna gelmiş. Çocukluğunda hatırladığı ilk anısı henüz dört yaşındayken yaşıtı bir küçük kızla birbirlerinin vücutlarını keşfetmeleri… Ardından ’sinema makinesi’ dediği kamera giriyor yaşamına. Bunu alması da öyle kolay olmamış. Bir Noel gecesi paketler açıldığında arzu ettiği bu makine, ne yazık ki kardeşinin paketinde çıkmış. Bergman kitapta o ‘alet’i elde etme arzusunu şöyle anlatıyor, “Bir film makinesi kadar sahip olmak istediğim başka hiçbir şey yoktu. Bir yıl önce ilk kez sinemaya gitmiş ve bir atla ilgili bir film görmüştüm. Sanıyorum adı Kara Güzellik’ti ve ünlü bir çocuk kitabından uyarlanmıştı. Hiç sönmeyecek bir ateşle tutuşmuştum. Aradan altmış yıl geçti ve hiçbir şey değişmedi; hâlâ aynı ateş.” Uzun bir çırpınışa, kavga gürültüye rağmen makineyi alamayınca yeni bir pazarlıkla çıkmış ağabeyinin karşısına: Yüz kurşun askerine karşılık sinema makinesi. Anlaşmışlar, Bergman sinema makinesinin kolunu çevirmeye başlamış ve büyü yayılmış. Tüm filmografisi kadın hikâyelerine dayanan Bergman’ın yaşamı üzerinde de etkileri var; önce annesi, sonra sevgilileri… Ayrıldığı eşlerinden kopmuyor. Ama tüm bu kadınlar arasında biri özellikle çok özel bir yerde duruyor: annesi Karin Bergman. Annesine olan sevgisini fotoğraflarından oluşturduğu Karin’in Yüzü adlı kısa filminde ölümsüzleştiriyor. Bergman, annesinin üç yaşından itibaren, kalp kriziyle ölümünden birkaç ay önce pasaportu için çektirdiği fotoğrafları özel bir mercekle filme dönüştürmüş. Ölümle yaşamak pahasına oynamak, ölümün gölgesinde yaşayan bir yaşlı adam, ölüme terk edilen kız kardeş, ölü bedenler, tüm bunlar Bergman’ın filmlerindeki zaman ve varlık sorunsalıyla iç içe işleniyor. Henüz çok küçük yaşlarda ölümün düşüncelerinin büyük kısmını kapsadığını aktaran Bergman, bir kez de intihar girişiminde bulunduğunu ifade ediyor. Bergman’ın filmlerindeki tanrının varlığı ve ölüm sorgusu babasıyla ilişkisine dayanır. Bergman her defasında babasını öldürmek ister ve her defasında karakterleri bu iç sorgunun ve vicdan azabının peşine düşerler. Kitapta sinema yaşamı kadar sahne sanatlarına da geniş yer vermiş. Tiyatro ve opera sahneye koyan Bergman, bu alanda da sinema kadar saygın bir yerde duruyor. Yönetmen, Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü’nü Bakire Bahar, Aynadaki Gibi, Fanny ve Alexander filmleriyle toplam üç kez kazandı. Ölümünden önceki son yıllarında televizyon için kimi filmler çekse de, Fanny ve Alexander yönettiği son sinema filmi oldu.

Apê Aram’a Ağıt

Değerli biri ölür ve arkasından da başlanır satırlar dizilmeye.Şuan benim yaptığım gibi,şahsen bir samimiyetini görmüyorum.Vicdanen de kendimi rahat hissetmiyorum biri öldükten sonra arkasından bu kadar iyi idi,böyleydi şöyleydi demeye..Bu ruh hali içinde bende çalakalem,Mehmet Uzun’un deyimi ile “yaşlı bir rindê” özürlerimi,sevgimi,bir iki kelamımı kabul etmesini rica edeceğim..

Kendisini daha iyi tanımazken,tam hatırlayamıyorum ,galiba Medya tv döneminde, “Em ji behmdê ne” * dediği zaman,her yaz elli derece altında ekin topladığımız,bazen de ortaya oyuncak olup eşeğe ters bindirilip,düşürüldüğüm köyün hemen dışındaki Mezelê Filla’da (Gavur mezarlığı) geçen günlerim aklıma geldi..Kürtler gayrimuslimlere genel oalrak “fille” diye hitap eder.Diyarbakır’ın Süryani’si de,Ermeni’si de filledir,yani ayrım yapılmaz,hitap aynıdır.Bizim mezelê fille dediğimiz yerde Aram Dîkran’ın ailesinin kaldığı yer.Vakti zamanında 7 Ermeniyi öldüren cennete gider denildiğinde bizim köydeki Ermenilerde bir bir kılıçtan geçmiş.Abdülhamit’in kurduğu ve kürdü kürde kırdırmanın en gözde projelerinden olan Hamidiye Alaylarının iğrenç ötesi kıyımlarından kalma bir yerdir bizim mezelê fille.Biz kahvaltıyız siz akşam yemeği denildiyse de,laf dinletemediler gözü dönmüş ve satılmış birkaç kürde..Nasıl olduysa benim dedelere kalmış orası.Ve biz toprağı işletiyorduk birkaç mezar taşı arasında.Halen dururlar.Köy yakmalarından sonra bizimde elimizden alındı şuan kökten öksüz.Benim dedelerimin oraya döktüğü ter,Ermenilerin oralara verdiği şekil ve aidiyet ve de çocukluğuma ait iyi kötü anılar oradalar da kimsesiz dolaşıyor.

1934 yılında Kamışlı’da doğan Aram Dîkran,kendisinin de söylediği gibi babasının onu şekillendirmesi ile bugünkü Aram yaratılmış durumunda.Kürtçe çok iyi konuştuğu bilinen Ud’un ustasına genelde sorulan “Kürtler çeşitli oyunlara geldi ve sizi kıyımdan geçirdiler,nedir bu kürt sevginiz?” sorusuna yine kendisinin ağzından cevap verirsek “Babam Kürtleri çok severdi.Biz zorluklarla anlaştığımız zaman bize yardım ettiler,onların değerini bil diyordu”..Anladığım şey,Sevgili Tigran’ın babasının sağlam bir Kürt algısı olduğu.Ve dönen oyunları iyi analiz ettiği.

18 yaşında başladığı Ud’a kısa süre içinde iyice hükm eden Dîkran,bu özelliğini de babasına borçlu olduğunu söyler. “Babam beni çağırdı ve sende benim gibi hunermend ol dedi –babası kaval çalıyordu-.Bende başım gözüm üstüne deyip ders almaya başladım..”

Yetiştiği dönem ve gördükleri elbette Aram’ı çok farklı şekillendirdiği bir gerçek.Bunu parçalarında ancak görebiliyoruz.Çünkü kendisi Kürt klasik müziğinin en parlak yıllarından geçti.Kawis Axa’nın görmeyen gözlerinden gördü.Kerapatê Xaço’nun yaşlı bünyesinde geçmişini olağanüstü sesinde atalarının mirasını,Arifê Cizîrê’nin kalbinden belki de Ayşe Şan’a söyleyemediği o derin duyguları ve Şeroyê Bîro’yu,Meryem Xan’ı gördü..dinledi onları ve bize de göstermeye çalıştı.

Kürtlerin en büyük müzik okulu sayılabilecek Erivan Radyosunda söyledi.Oradan onlarca sesi dinledi.İçselleştirdi.Dolayısıyla Aram aynı zamanda kürt klasik müziğinin de moderne bağlanan bir yüzü idi günümüzde.Milyonların dinlediği bu radyodan halka inebilmiş bir ses.Ve halen adını bilmediğimiz onlarca sesin kayıtları bizi mest edip duruyor.

Bir Kürt atasözünün de dediği gibi “ses ve hüner ölmez”.Aram üstadın bu konuda sıkıntısının olmadığı tartışmasız bir gerçektir Kürtlerin nezlinde.. Ay dilberê öksüz kalmış olabilir ama sahipsiz değildir.Bülbüller üzüntülü olabilir ama yalnız değillerdir.”Senin için deliyim” şarkı sözleri elbette yüreklerden geçmez kolay kolay.Erivan hasretini ermeni kardeşlerimiz yüreklerinde daha farklı yaşayacaktır.Zilan ve Hey lo lo delal nağmeleri artık titrek bir mum alevi gibi yavaş soluklansa da sahnelerde ve albümlerde yerini alacaktır ileriki kuşak için.Kendisinin ülke özlemi hep Bülbül üzerinden dile gelirdi.Modern bir Feqîya Teyra misalidir bu.Buda Aram Dîkran’ın Kürt edebi yaşamına olan bağlılığın başka bir ifade şeklidir. Ülke özlemi çeken bülbüllerin dile gelicisidir Aram.En son Diyarbakır’da verdiği Newroz konseri ile bu özlemini dindirdiyse de,doya doya yaşayamadı bunu ve ülkesinden uzak Yunanistan’da vefat etti.

Ruhun şad olsun Apê Aram..

….

….

*Behmde(bahamdan) Kulp’un bir köyüdür..Türkçe adı Ayhan Köyü.

Müzikal Facekürt ve Anlattıkları !!

Artık sosyalliği aşan boyutu ile kaloları da cezbeden bir site haline gelen Facebook her hali ile ilginç bir platform olduğu tartışmasız bir gerçek.Daha birkaç yıl önce akşama kadar Semra hanım önünde ömür törpüleyen sosyolog arkadaşların da gözü aydın.Zaten saatlerce video paylaşan,profilden profile atlayıp “Ee ben tamamıyla bir sosyolog gözü ile orada neler olup bittiğini anlamak için giriyorum” demeler de alı başını gidiyor.Dünyada ilk beş ülke sıralamasına giren üye sayısı ile çok güzel bir rekoru elinde bulunduran Türkiye’de ki kullanıcıları da tebrik etmek gerek.Yeri gelmişken Bmv arabalarının fun sayfasına üye olan bir akrabamı da tebrik ediyorum.Ve izninizle “ula manyak mısın” demek istiyorum..

Facebook çok boyutlu bir olay.İçine girecek halim yok.Bazı gerçekleri ayna misali göstermesi açısından da çok güzel duruyor ve beni fazlasıyla telaşlandırıyor.Bu telaşım kendi çapımdadır..

Geçenlerde Kürt sanatçı profillerine bir bakayım dedim ve aklıma gelen isimleri tek tek girdim.Öğrenmek istediğim ilk şey,sanatçıların hayran sayısı idi.Acaba kaç arkadaşları vardı.Ve Kürt sanatçı profilinin facebook macerası ne durumda,neler katıyor yada neler alabiliyor onlardan..

Bu mevzular üzerinde mini bir gezinti yaptım.Kısaca şunu gördüm: Kürt müziğinin işi zor!

Eskiden Yunan tanrılarının Olimpos dağlarında ne yapıp ettiği halk kitlesi tarafından çok merak edilirdi.Zeus’un yeni maceraları,yok Afrodit hanım kızımızın yeni güzellik duyargaları üzerine enstantaneleri.Günümüz genel toplumunda da magazin olayının denk düştüğü yer “tanrılaştırma” meselesidir.Yani biraz durum buna benziyor.Merak ediyoruz..Kendimizi alamıyoruz..

Geleneksel Kürt müziğinin kendini yaşattığı formlar ve günümüzde bu yaşam formları üzerinden yürütülen savaşta,bu yeni toplum modellerinin ve yaşam şekillerinin,teknolojinin getirdiği yada değişen dönüşen Kürt toplum yapısının gelenekseli eskisi gibi artık koruyamayacağı kanaatindeyim.Çünkü yeni jenerasyon farklı yetişiyor.Üreten değil tüketen bir gençlik hızla küresel vicdansızlığa el sallıyor.Olur da şartları aleyhimize çevirip ortaya kaliteli şeyler çıkarırsak o zaman ne alla.Teknoloji de senden yana olur,halkta ..

İşte Facebook bu noktada biraz yardımcı oldu.Biraz daha netleştirmeye çalışayım..Günümüzde kürt müziğine ilgi duyan herhangi bir gencin yada müziği profesyonel anlamda icra eden bir sanatçımızın yanına sokulup “kürt müziği hakkındaki” görüşlerini alın.Üç aşağı beş yukarı “Kürt müziği çok derindir,eskidir ve anlamlıdır.Dengbêjlerimiz çok önemlidir,büyük besin kaynaklarıdır.Kürtlerin hayatını ve geçmişte çektiklerini yansıtır parçalarımız.Bundan dolayı korumalıyız,yozlaşmasını engellemeliyiz.” diyecektir.Bana sorsalar bende derim..Valla derim!!

Şimdi facebooka baktığımızda olay böyle değil işte.İşin rengi farklı oluyor maalesef..

Örneğin daha tek albümle geçen yıllarda ortaya çıkan hip hopçı Dezz Deniz’in hayran kitlesi 4.000’e doğru yelken alırken Kürt müziğin taçsız kraliçesi Ayşe Şan’ın hayran kitlesi 100 kişi civarı.Hani müzik anlayışı? Bir taraftan kitaplara sığmayacak kadar kadim bir ses bir taraftan da yeni ve popüler müzik hiphopa hitap eden,şarkılarında çokta derin bir mesele bulunmayan bir albüm..Peki neden böyle? Cevabı basit kanımca;popüler kültürün kişiyi köklerinden yabancılaştıran görünmezlik boyutu..

Biraz daha örneklendirecek olursam.Kemalê Amedê de yaklaşık olarak 4.000 hayran kitlesi var iken efsanevi dengbêj Karepetê Xaço’nun toplamda 200 kişi bile yok seveni..Hani lawikê metînî en dehşet parçaydı Kürt müziğinde? Yalanınız batsın..

Birkaç istatistik daha…

Ciwan Haco’nun sevenleri 1300 civarı iken Rojhan Berken’in 2500 civarı.Xemgîn Birhat’ın 450 civarı iken Farqin’in 3400 civarı..

Yine Mala dengbêja adlı grubun üye sayısı henüz 2.000 değilken çarnewa grubundan Serhat tek başına Serhat 3.600 civarı üyeye sahip..

Silbus û Tari bile Şivan Perwer’i geçmek üzere..

Ve daha yüzlerce isim ve sayı…

Buradan kalkıp şunu demiyorum.Facebooktaki bu sayılar gerçeğin ta kendisini kanıtlıyor.Öyle bir durum elbette yok.Yalnız bize gösterdiği bir şey de var,ki konumuz da bu;Yeni jenerasyon artık Ciwan Haco’yu tanımıyor,Ayşe Şan’ı es geçiyor..Hep ekranda yada şurada burada gördüğüne el atıyor.Popüler olma savaşını verenlere bel bağlıyor.Mihemedê Şexo,Arif Cizrawî’nin sesleri artık Serhado kadar,Deniz Deman kadar yada şahê Bedo kadar etkilemiyor insanları..Bir kayış ve kopuş var derinlerden ve arkasında gelen samimiyetsizlikler var..Dolayısıyla Cahîd Merwanî’nin sitemi ve buna benzer yakarışlar haklıdır sonuna kadar.

Facebook’un kapı komşusu Youtube’de en çok izlenen Kürt videosu nedir diye sorsam? Merak ettiniz mi bilmiyorum..Ama “Kürtçe Disko Halay” adlı video 3.5 milyona dayandı bile..

Evet işte bu…Halay-Disco…Hayırlı olsun,tüm gençlere duyurulur..

Mehrbanu Ensemble

777Bu aralar iran müziğine ve gruplarına biraz ağırlık verdik gibi.Olsun zararı yok,Sezarın hakkı sezara diyelim..Malumunuz İran müziği bir derya.Ses,çalgı,söylem ve uyum had safhada..

Bugünde tanışmanızda fayda olacağını düşündüğüm bir kadın grubunu aktaracağım..Kendileri Mehrbanu Ensemble oluyor.Yada başka bir adı ile Ensemble Mehr.

Bu grup 2007 yılında Mehrbanu adlı hanım kızımız tarafından Tahran'da kuruldu..Mohammad Reza Shajarian'dan ders alan Mehrbanu,yanına 6 kadın arkadaş daha alarak ezgilere hayat vermeye başladılar..Üyelerin hepsinin belli bir birikim düzeyi ve başarıları var.Çoğunluğu müzik bölümünden.Grup İran sınırlarınıda çok çabuk aştı ve Fransa,Florensa,italya gibi yerlerde konserler verdiler.Ayrıca Avrupa'da ki İran kültür vakıfları tarafından iyi destek görüyorlar.

Güzellikte biribiri ile yarışan grubun üyeleri:

Mehrbanu -- Ses


Parichehr Khajeh -- Kanun


Shaghayegh Bakhtiary -- Tar


Asareh Shekarchi --Kemençe


Asana BorhanAzad --Ud


Mojgan Abolfathi -- Daf(Arbane)


Goharnaz Masaeli -- Tonbak






Bin yedi yüz sekiz

Neden şimdi yazmak istedim bilmiyorum…akşam inmeye hazırlanırken ruhumun aynasına,belki de en çok bu saatte geçmiş bir zamana korkusuzca eğilebilmeyi umuyorum…
kimi yolculuklar başka şehirlere,başka dünyalara yapılmış gibi görünse de aslında insanın ta içine,derinine,yüzleşmekten korktuğu benliğine doğru yol alır…yol aldım karanlığıma…karanlık yüzüme…bir intihar şarkısıyla süslediğim çıldırışa doğru…yol…aldım…
dönüp bakmadım ardım’a giderken..ardım’da bana ait olmayan onca şeyi bir kez daha sahipsiz bıraktım…bir kez daha kanıtladım içimin ateşinde yitip gittiklerini…
belki de ilk kez o gün fark ettim boynumun üzerinde duran ağırlığın başım değil sorumluluk duygusu olduğunu…ve yolculuk boyunca o ağırlıkla yaptığım savaşta nasıl güçsüz düştüğümü…üstelik yenilmemişken bile kaybetmiştim! yenilmeden kaybetmiştim…ne tuhaf…
yol aldıkça kopuyordum ardım’dan…yol aldıkça beni oraya bağlayan ipler çözülüyordu…bir sancı gibi içime düşen anlık mutluluklarla iyice sönükleşiyordu görmek istemediklerim…ruhumun gözenekleri bir bahara uyanıyordu…yüz yıllık bir ferahlamayla gevşiyordum…artık düşünceler yok,düşler vardı…
geldim…
sesin,soluğun,suskunluğun…herşey…herşeyi bilincimin karanlık kumbarasına aldım…zaman geçtikçe değeri artacaktı biriktirdiklerimin…aldıklarımla hayatta güç bulurken,içimde ezilecek,küçülecek,korkaklaşacaktım…ve bunu nedense yine yokluğunda anlayacaktım…
yağmurla,karla,fırtınayla sınanmış duvarların ardından geliyordum sana…ve yalancı bir sesle karşında umutlu şarkılar söylüyordum…umutsuzluk kadar yakışıyordun içime…bir daha tekrarı olmayacağını bildiğim o sıcaklıkta kusursuz bir ölüm düşlüyordum kendime…hiç kimsenin yankısı olamayacak bir ölüm…sen öyle dünyadan aşırdığın sözcüklerle anlatmaya çalışırken avuçlarınla sayıkladığın o kör kuyuyu,ben sağır hesaplarımla masumiyetine diz çöküyordum…yüzündeki aydınlığı hayatıma çok görüyordum…bilmiyordun….
kurşunlardan önce zayıf suretleri vurmuş ve bir tramvay sesine vurulmuş çocuk bakışın….o bakışta gizlenmiş, öyküsü çok kanamalı bir adam…istesem sana anlatabilir miydim kimi sabaha bağlanmamış gecelerin yıkımını…? sana bazen hayatın yüreksizce söylenmesi gereken bir nakarat olduğunu…ve yüreksizken kimseyi kendin kadar sevemeyeceğini…bilebilir miydin bunu sen?
ya da orda,yanında,bakışında,avuçlarının arasında çocuk yüzümü tükettiğimi bilebilir miydin? sözlerimize bile sığmayacak bir ihtimalle orda,seninle,sonsuza dek hayatı sövmeye gönüllü olduğumu bilebilir miydin? bu sessiz hesaplarda içimi konuşturmaya çalıştıkça orda benden ayrı,benden uzak,bana yabancı bir sürü konuk ağırladığımı…bir sürü davetsiz konukla yüzümü bölüştüğümü ve herbir yüzde başka bir yurt olduğumu………….bilmezdin.bilemezdin…
çünkü seni özledikçe başıboş sözcüklerimi,gittikçe çoğalan kimliklerimi eğitmeyi öğrenmiştim…bütün bedenim,bütün ruhum seni çağırırken sessiz kalmayı öğrenmiştim…mutluluğun ‘yaşanan’ değil ‘hatırlanan’ olduğunu ben sana daha varmadan öğrenmiştim…ve bu öğrendiklerimle hissettiğimden başka biri olmaya da mahkum etmiştim kendimi.. kaybetme korkusunu bir mum yakarak sevimli kılmaya çalışmayı…sanırım öğretmiştin,törpülemiştin beni iyice…bir şekle sokmuştun artık dökülmeye,akmaya,geri çekilmeye hazır benliğimi…seni kaybetmeyecek kadar bir başkası olmayı…bana sen…..sen….
sana gelirken kendimi bir daha yaşanması mümkün olmayan bir hayata kilitlediğimi…anlarla sınırlandırılmış kalp atışlarımı….cehennemin dünyada yaşandığını….hiç….hiçbirini….hiçbir şeyi….bilmiyordun…
geri döndüğümde kendi ateşimde kavurduğum bir çöl bulacaktım ardım’da…bile bile çıkmamış mıydım bu yola? bile bile….bile bile…ve yazık ki eve geri dönmek diye birşey de vardı her şenliğin sonunda…çocukça bir arzuyla uzatmak istediğim o şenlik,hayatın gerçekleriyle bir kabusa dönüşüyordu yalnız kaldığımda..
evet…kimi yolculuklar gidişi dönüşe mecbur kılar…dönmemek üzere çıkılabilecek yolculuklara rastlamadım hiç…hele bir sevdaysa çağıran…bir aşk uzaktan ışık yakıyorsa….dönmek…kader oluyor galiba…ve kader dediğimiz şey umutsuz zamanların toplamı olunca sözcükler geri çekiliyor…
şimdi balkonda oturup çok uzaklara bakışlarımı diktiğim akşamın bu saatinde; biraz kırgın,biraz kabullenmiş,biraz hüzünlü bir çocukluğa veda ettiğimin farkındayım…çok uzaklardan belli belirsiz bir ses:’keder eş oldu yenemiyorum ah sensiz…baldan tatlı sözlerinle gül bana..’
şarkı bitiyor…şarkı da bitiyor..ellerim klavyede…parmaklarım ilan ediyor hayatımın geri kalan kısmının anlamını:
artık bir kadınım…her hücresinde ayrı bir sır taşıyan…

Hüzünlü Çay

sen yalnız adamsın
demlediğin çayda önce
ruhun demlenir
hüznün
yüreğin..
yalnızlığın
sonra çayın..
sonra bir başına müzik eşliğinde içersin hüznünü..

tarihin derinliklerine gömülmüş yüzün
kefilsiz bir yaşanmışlık seninki si..
külfeti ağır..
her parçanı bir devirde bırakmışsın
milattan önce başlamış hikayen..
yalnızsın sen
gülersen tek kişilik bir sevinç olur bu
ağlarsan da..
tekil sevinçlerin var cebinde
ellerinde papatya kokusu umutlar..
gözlerin kocamam zaman zaman
kalmaktan çok gitmeye alışmışsın
Mardin de mi bıraktın çocukluğunu
oysa annenin dizlerinde kaldı yüzün..
oyuncakların kömürlükte
papatya toplar ellerin
gözlerin ateşböceği arar..
kırılganlık var sende
güçlendikçe kırılıyorsun
özlüyorsun birşeyleri..
annen kokuyor bazen kadınlar,,,,,,,
sonra istanbul sokakları memleketin..
düşerini sattırıyorlar
çocukluğunu..
papatyaları..
yalnızlığını sonra
bu yalnızlık senin!
sen tek kişilk demlenirsin hüzünlendiğinde
annen belirir yanında başın ellerinin altında…
nazlı oğlan çocuğu oluverirsin..

İran ile Holywood arasında bir “Ay Perisi”

Golshifteh Farahani İran’da en çok tanınan aktristlerden. Bu aralar başı dertte, Hollywood
yapımı ‘Body of Lies’ filmindeki rolü, ülkesinin yönetimiyle arasını açtı, yurtdışına çıkışı
yasaklandı… Bir El Kaide üyesiyle aşk yaşayan hemşireyi canlandırdığı filmin bir
sahnesinde başı açıktı!Bahman Ghobadi’nin “Yarım Ay” (Niwemang) filminin otobüsün tepesinden inen ay perisi, “Santoori” filminin Haniye’si, Armut Ağacı (Derakht-e Golabi) filminin

Mim’i, “Zamaneh”, “Boutique” , “Mim Mesle Madar” filmlerinin başarılı kadın oyuncusu…
İran’da en çok tanınan aktrist…

Son rol aldığı Hollywood yapımı “Body of Lies” (Yalanların
Gövdesi) ülkesinin yönetimiyle arasını açtı ve Golshifteh Farahani’nin yurtdışına çıkışı
yasaklandı…Farahani 14 yaşında rol aldığı Dariush Mehrjui’nin “Armut Ağacı” filmiyle Fajr Film
Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandığında İran’ın ve dünyanın yeni ve başarılı
bir oyuncu ile karşı karşıya olduğunun ilk sinyallerini verdi. 1983 doğumlu genç oyuncu ünlü
tiyatro yönetmeni ve oyuncu Behzad Farahani’nin kızı. Yani oyunculuğu ve başarısı hiç de
tesadüf değil. Üstelik kız kardeşi Shaghayegh Farahani de İran’ın tanınan oyuncularından
biri. Golshifteh beş yaşından on iki yaşına kadar piyano ve müzik eğitimi aldı, sonra da
Vienna Konservatuarı’na girdi. Oyunculuğa hiç ara vermedi. Aralarında yine Mehrjui’nin
yönetmenliğini yaptığı “Santoori”nin de bulunduğu 18 uzun metraj filmde oynadı. “Boutique”
filmindeki rolüyle 26. Nantes Three Continents Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülü de
dahil toplam dokuz ödül kazandı. Farahani, Tahran’da çevre aktivisti olarak çalışmalar
yapıyor, ayrıca “Verem’le Mücadele” vakfının elçisi.

Farahani’yi yurtdışı yasağına götüren süreç, Aisha adlı karakteri canlandırdığı “Body of
Lies” (Yalanların Gövdesi) filminde rol almasıyla başladı. Ünlü İngiliz yönetmen Ridley
Scott’un yönettiği film, David İgnatius’un aynı adlı romanından uyarlandı. Kitap, bir CIA
ajanının üst rütbeli El Kaide’li terörist avına çıkması üzerine kurulu. Farahani’nin
başrolleri Leonardo DiCaprio, Russell Crowe ve William Monahan ile paylaştığı filmin çekimi
Washington, Avrupa, Fas ve Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinde yapıldı. Romanın senaryoya
uyarlanmasında Golshifteh için özellikle birkaç değişiklik yapıldı. Oyuncunun İran’daki
kariyeri zedelenmesin diye öngörülen bu değişikliklerin en önemlisi Aisha (Ayşe) diye bir
hemşirenin senaryoya dâhil edilmesi. Aynı karakterin romandaki ismi ise Alice.
Filmin bel kemiğini ise Farahani’nin canlandırdığı Aisha karakterine, bir El Kaide üyesinin
âşık olması. Oyuncunun başını ağrıtan da işte bu aşk. Film fragmanı internete düşünce, detay
meraklıları bu aşkın izini sürerken, Farahani’nin saç teline kadar uzanmış olmalılar ki,
oyuncunun fragmanda görüldüğü iki sahneden birinde başının örtülü, diğerinde örtüsüz olması
İran’ın gündemine yerleşiverdi. Aynı bilgi kaynağına, yani internetten edinilen bilgiye
göre, oyuncu sözleşmesine başörtüsü ve peruk şartı koymuştu… Eğer İran hükümeti havaalanında çıkışını engellemeseydi, büyük ihtimal film şirketiyle bu konuyu konuşmaya gidiyordu… Üstelik filmdeki tek İranlı da o değildi. İmdb.com adresine göre “Body of Lies”ın iki İranlı oyuncusu daha vardı, Bijan Doneshmand ve Janan Ferdowsi. Ancak onlar İran kökenli Amerikan vatandaşıydılar, bu yüzden başlarının açık ya da kapalı olması önemli değildi, oynadıkları rollerin bir siyasi gerilim yaratması imkânsız gibiydi… Eğer bir yaptırım, bir ceza
gerekiyorsa, bu İran’da yaşayan ve Hollywood filmlerinde oynayan tek kişi olan Farahani’yi
hedefine almalıydı.
Peki oyuncu bu cezayı hak ediyor muydu? Filmin hikâyesi ve Farahani’nin rolünün de etkisi
büyük elbette, ama asıl mesele İran’ın her geçen gün küreselleşen/Hollywood’laşan sinemaya
karşı bir tedbir olarak yasakları kullanması… Bu filmden sonra Hollywood sinemasından
gelen teklifler azalmasa da, ret edişlerin artacağını, İran’ın, hiç olmazsa sinemasının
Batı’ya doğru evrilişinin zayıflayacağını tahmin etmek zor değil.
Evet, Farahani, yurtdışı yasağını havaalanında öğrendi. Aynı durumu İranlı yazar-gazeteci
Parvin Ardalan 2007’de Olof Palme ödülünü almak için İsveç’e giderken uçaktan indirilip,
pasaportuna el konulduğunda yaşamıştı. Ardalan suçu ise kadın haklarının ihlallerine ilişkin
aldığı tutumdu.
Haber ajansları Farahani’nin ülkesinin dışına çıkışının yasaklanmasını duyururken İran
Kültür Bakanlığı ünlü oyuncuların yabancı filmlerde oynamak için bakanlıktan özel izin
almaları gerektiğini açıkladı. Bu bir son an kararıydı, yazılı bir yasası yoktu… Tıpkı,
sansürün ve film yasaklamalarının bir yasası olmadığı gibi…
İran’da bu olup bitenler akla Batı’nın aklı selim bir yerde durduğunu getirmemeli.
Hollywood’un Ortadoğu konusundaki ikiyüzlülüğü bugüne ilişkin bir sorun değil. Hollywood
sinemasının aralarında Jafar Panahi’nin de bulunduğu İranlı sanatçıları havaalanında
saatlerce bekletmesi zihinlerdeki yerini hâlâ koruyor…
Bu son olaya iki ülke arasında çatışmanın, çekişmenin devamı gözüyle de bakılabilir. Nedeni
ne olursa olsun, ortada tek bir sonuç var: Golshifteh Farahani’nin tarihteki yeri bundan
böyle “sansürün” bir sembolü olmasıdır!

Farahani’nin yurtdışı yasağına yorumlar
astrofungallfection: Büyük bir yetenek için Hollywood, zaman boşa harcamaktan başka bir şey
değil
Memo Yılmaz: Şeriatın gerçek yüzü ve bu çağda sanata bakışı.
Heresiarch: Umarım dışarı çıkar ve hiç dönmez!
Elham: Ortadoğu’dan böyle oyuncuların Hollywood’da oynaması kültürel engellerin aşılmasına
yardımcı olacak ve siyasi gerginliği yumuşatacaktır.
Manzarpours: Bu bir insan hakları konusudur, sansüre uğramamalı…
Mona: Bu çok kötü. Onun için büyük bir şans ve kimse bu hakkı elinden alamaz.
Noushabeh Amiri (gazeteci, sinema eleştirmeni): Genç sanatçımızın başına gelen toplumun
genel durumunun yakın çekimidir. Dünyanın herhangi bir yerinde olsaydınız, her ne kadar dar
görüşlü olsanız bile, kendi gençlerinize en iyi mevkilere varmaları için yardım ederdiniz.

Hollywood’daki İranlılar
Hollywood’da en tanınmış İranlı oyuncular Shahreh Aghdashaloo (sağda) ve Hamuyoh Ershadi.
Farahani’den önce Aghdashaloo İranlı Amerikan vatandaşı olarak bu tabuyu kırdı. Aghdashloo
ünlü yönetmen Abbas Kiarostami’nin Gozaresh filminde oynayarak oyunculuk hayatına başladı.
İran’da birçok filmde oynadı, 1979’da, İran devriminde önce İngiltere’ye, sonra Amerika’ya
yerleşti. Hollywood’da çok sayıda sinema filmi ve dizide rol aldı. Bilinen filmlerinden Ben
Kingsley’le birlikte rol aldıkları “Sisler Evi”nde ailesiyle sürgünde yaşayan İranlı bir
kadını canlandırıyordu. Hollywood’daki bir diğer İranlı Humayouh Ershadi. Ershadi,
oyunculuğunu Abbas Kiarostami’nin “Kirazın Tadı” filmiyle ispatladı. Daha sonra Marc Forster
yönetimindeki “The Kite Runner” filminde rol aldı. Filmde Rus istilasından sonra Amerika’ya
yerleşen Afganlı bir ailenin çocuğu Amir’i canlandırıyordu. Humayoun ayrıca önümüzdeki yıl
vizyona girecek olan Alejandro Amenabar’ın yönettiği “Agora” filminde rol aldı.

müjde arslan

Adım Fereç,hepinizin anasını …

Bilirsiniz bizim oralarda devletin sıcaklığını ancak askerle
hissedersiniz. O da yüzünüze inen tokadın, kıçınıza atılan tekmenin
oluşturduğu sıcaklıktır yani yanlış anlaşılmasın.

Herhangi bi jandarma eri bile köylüye hükmedebilir onu süründürebilir.
Böyle bir ortam düşünün. Tüm köylünün köy meydanında sıraya dizilmesi
sıradan olay köylü için.

Neyse. bi adli vaka olmuş. Yüzbaşı gelmiş köye. Köylünün hepsini
dizmiş karşına tabi. İçlerinden yaşlı bi amcanın yanına
yaklaşmış. Bişeyler sormuş bakmış amca Türkçe bilmiyor. Bir tane
tercümanlık yapacak köylü bulmuşlar.

Yüzbaşı tercümana demiş ” şuna söyle benim sorduklarıma doğru cevap
vereceğine yemin etsin”. Tercüman söylemiş.

Amca: Ez sond dixwim. ezê bersiva rast bidim GOTinê yüzbaşi demiş.

Yüzbaşı çıldırmış haliyle “ulannn bu it oğlu it ne götümü mötümü
karıştırıyor ulann…”

türkçesi: yüzbaşının sözlerine doğru cevap vereceğime yemin
ederim. gotin Kürtçe’de söz anlamındadır.

daha sonra köylülere ne oldu bilmiyorum.:)


Bir başka olay:
pkk’nin yeni yeni çıktığı zamanlar. Asker Mardin civarında dağda
geziyor. dağda 2 tane çoban var. biri hikayemizin kahramanı fereç. bu
zavallı bi tek türkçe kelime biliyor: EVET. başka kelime bilmiyor.
Asker düz bi yerde yürürken bu iki çoban tepelik yerde hayvanları
otlatıyor. öteki çoban bakıyor askerler geçiyor.askerlere doğru:”
Heyyy asker. Benim adım Fereç. hepinizin anasını s.keyimmm” diye
bağırıyor hem de 3 defa. Zavallı Fereç anlamıyor tabi ne oldu ne
bitti. O işine devam ediyorken diğeri de kaçıyor.
Tabi askerlerde bunların peşine veriyor. Hem PKK li olabilir hem de
küfür etmişler askere…
Tepeye varıyor asker. Bakıyor Fereç orda. Yaklaşıyor yanına
asker: Fereç sen misin ulannn?
Fereç: EVET.
Asker: sen mi bizim anamızı s.keceksin lan?
Fereç: EVET.
Tabi asker bunu duyunca fırttırıyor. Asker dediysem tek bir asker değil
yani dolaşan takımın hepsi. Bunlar zavallı Fereç’i dövmeye
başlıyorlar. Sorgusuz, sualsiz. Döverken de küfür ediyorlar tabi… Fereç
de küfürlere cevap veriyor: EVET.

En sonunda bi asker “Komutanım bu evetten başka bi kelime bilmiyor
herhalde” diyor. Komutan bi kaç şey daha soruyor bakıyor ki ne deseler
evet diyor. Civar köylerden birini bulup getiriyorlar. Olayın iç
yüzünü anlıyorlar. Fereç de yediği dayakla kalıyor.

Kuoban Ensemble

Geleneksel İran müziğinin, Kürt mutfağından çıkma mukemmel bir grup ve sesler topluluğudur Kouban Ensemble..
40 Arbane ile ritim tutma bu grubun en farklı özelliği..Disiplin içinde çalgı aletleri ile müzik yapan grubun bir diğer özelliği de folklor ekibi ile çalışıyor olması.Araştırabildiğim kadarı ile bunu “geleneksel yapıyı olabildiğince sahnede yansıtma” amacı ile yapıyorlar.Kadın erkek sayısı hemen hemen eşit ve sahnenin ön tarafında elinde davul ile orkestraya eşlik edenin de kadın olması güzel bir ayrıntı.Erkek ile özdeşleşen davulun bir kadına teslimiyetide kanımca bilinçli yapılmış..Bunun yanında doğu enstrumanlarının pek çoğunu kullanıyorlar sahnede..


Tipik İran müziğinin kürtvari formunu ve seslerini orkestra stili ile veren bu grubu beğeneceğinizi umuyorum..

Tipik İran müziğinin kürtvari formunu ve seslerini orkestra stili ile veren bu grubu beğeneceğinizi umuyorum..

Videolar aşağıda..





Halkın kuşbakışsal oranı !!

İfade yöntemlerinin değişimi ve dışavurum

Yaklaşık beş gün önce aslında bayağı bi direndiğim, girmeye hiç niyetli olmadığım ama öyle ya da böyle bu kervana dahil olduğum facebook ailesiyle bağımı kopardım.Yine yaklaşık 2 ay süren facebook maceram sonucunda gördüklerim veya bu sosyal siteden alabildiklerim bir iki grubun paylaştığı bilgiler dışında hemen hemen sıfırdı. Yapılanlar sadece üyelerin Freud’un toplum ya da kitle psikolojisinde açıklık getirdiği ben kavramı ile ulaşılmak başarılmak istenen ben arasındaki çabalar ya da boşluğu kapatılmak istenen uçurumlardı. Tabi ki de bu ulaşılmak istenen “ben” kavramının gereksellikleri kitle iletişimi üzerinden yapılıyor ve biz üyeler de merakla acaba” neydi ne oldu” yu gözlemliyorduk. Nihayetinde bu oyunu bir süre sonra izlemekten sıkıldım ve bıraktım. Çıkış noktamız her ne kadar bu olsa da esas anlatmak istediğim şeyin sadece ayak kısmını oluşturuyor.

İnsanların her zaman uğraştıkları bir şey elinden alındığında nasıl tepki verdiklerini uzunca bir süre gözlemleme fırsatı buldum. Örneğin bir çocuğun elinden oyuncağı veya dondurması alınınca zırlıyor, genç bir çocuğun elinden topu alındığında evebeynlerine küsüyor, onlara eğer bunu elimden alırsanız bu tepkileri de göğüslemelisiniz anlamında oldukça can sıkıcı ve evebeynlerin dayanmakta zorlanacağı ayrıca evebeynlerinin bu sorunu aşabilmeleri için oldukça dirençli davranmaları gereken hareketler sergiliyor, yetişkin bir insan ise internetinin veya onu oyalayan şey ne ise elinden alındığında bunun kendisinde psikolojik sorunlarla yol açtığını ve bunlarla başa çıkması gerektiğini ama nasıl yapacağını bilmediğini söylüyor ki bu en vurucu nokta olsa gerek ya da insan dediğimiz sosyalliğini artık kablolu veya kablosuz katlar üzerinden tatmin eden yaratığın son numarası. Eskiden sevgilisinden ayrılmanın zorluğu yerine şimdilerde www(world wide web) ile başlayan internet portallarından ayrılma zorluğu geçti.


Sık sık ve az sıklıkla görmüş olanlarınız vardır bir internet portalından ayrılınca bunu dramatize etmekte abartıya kaçanları. Haklıdırlar aslında çünkü zamanlarının çoğunu ne aile ne de sevgili ile geçirmişlerdir tabi dolayısıyla çok zaman geçirmek aynı zamanda bağımlılığın göstergesi veya ilgilendiği, zaman geçirdiği uğraşının onda terk edilince yapacağı sarsıntıyı düşünerek bu tepkiyi olağandışı görmemek gerekiyor. Bu mecra kendini doyum noktasında ileriye götüreceği, elektrik, internet bağlantısı ve bilgisayar dediğimiz araçlar onu terk etmeyinceye kadar her şey yolundadır. Bizim anormal diye tanımladığımız eylem, sosyal paylaşım sitelerindeki kullanıcıların oldukları “ben”den çok çok uzaklara gitme çabası bizim de anormalliğimiz bu çabayı irdelemek. Asosyalliğin gerçek tanımı aslında, kişinin kendini yalnız hissetmeyeceği uğraşlar, düşünceler edinmek, onlara bilgi katmak veya imge dünyasını zenginleştirmek gibi liste şeklinde uzayan, anlattıkça içi açılan, nar’ımsı zenginlikteki şeylerden yoksun olmasıdır. Genel anlamıyla insanın bireyler arasında olması, onlarla toplumsal nefes alışverişi içerisinde olması ile tanımlanan sosyalliğin tersi olan asosyallikten değil, kendi kendine yetemeyen sosyalliğin eksikliklerinin neye yol açtığı vurgusunu yapmak gerekiyor tam da bu noktada. Yeterince kendini ifade edemediğini düşünen insan yine internette yer bulan photoshop’un, youtube’nin, facebook gruplarının ve benzeri programlarının da verdiği ivme ile kendini bize arzı endam ediyor. Abuk sabuk, ekranda görünme dışında hiçbir yararlılığı olmayan bu gruplarla aidiyet hissine his katıyor ve aslında tüm bu listeler uzayıp gidince aslında ben yalnız değilim sonucuna varıyor, yada karşısındaki herhangi bir kullanıcıya veya kullanıcılara döngü-dolaysız vermek istiyor. Peki ama tüm bunların düşünce gücünüzü, imge dünyanızı kısırlaştırdığını veya algılarınızda hataya sebebiyet verdiğinin farkında mısınız?


Taş-tunç devrinden çok sonra ve post modern çağdan az öncesi arasında kalan zaman diliminde insanlar kendilerini ürettikleri resimler, müzikler, yazdıkları yazılar, şiirlerle ifade ediyorlarlardı ve bu ifade yolunda üretilen Beethoven in “7.senfoni”si, Picasso nun “guernica” sı, ve Dostoyevski nin “suç ve cezası” karşısında güncel ifade şekli olan kısa(ifadesiz) ve kablosuz kısır ifade şekillerinin arasında hayli düşündürücü bir boşluk var. Bu yalnızlık fobisi destekli, kendini ifade etme sanatsalsızlığıyla verilen çabaların biraz daha yaratım yoluna gitmesinin yanında olumsuz anlamda insani-reklamların, dışa vurumların da biraz daha seyir zevki uyandırması dileğiyle.