Advertisement 300 X 250

27 Ağustos 2009 Perşembe

Askeri bando Mazlum Doğan’ı çalarsa!!

Dün gece arkadaşlarla oturduk haberin başına.Kürt medyasına dair kanalımız yoktu.Umutsuzluk içinde sıra ile mazur kalacağımız ordu,türkiye,tek,uniter,şehit,açılım,kürt,erdoğan,bahçeli,baykal sözcüklerinin karşısında gardımızı aldık.Neyse siyaset haberleri geçtikten sonra Diyarbakır ile ilgili bir haber verildi.Çok şaşıracaksınız,birazdan sloganı ile.E bizde diyarbekir mala me ye,ew mesken û warê kalê me ye deyip bekledik.
Haber geldi.Askerin kürt açılımı başlığı ile.Bu aralarda cidden tadı kaçtı.Şu açılım lafı artık öldürüyor beni.En ufak muhabetlere bile espri oldu.
-nereye gidiyorsun?
-tuvalet açılımı yapıp gelecem.

Haberin içeriği aslında ilginç.Diyarbakır askeri bandosu 30 ağustos zafer bayramı etkinlikleri kapsamında Valiliğin hemen önündeki anıt parkında bir dinleti veriyor.
Ne dinleti ama..
Bi kere anlamadığım 26 ağustosta neyin kutlmamasını veriyorsun?
Anıt parkı bilenler bilir.Çekirdekçi doludur ve vilayete doğru giderken kestirme yoldur.Hergün yüzlerce insan oradan geçer.Diyarbakır’ın herhangi bir yerinde asker konser verdiğinde kimsenin iştirak etmeyeceğini sağır sultan bilir.Sadece uniformalılar ve yakınları gider.
Haberde deniliyor ki yoğun ilgi vardı.Meraklı bakışlar.
Valla Diyarbakır’da bir yerde bomba var,patlayacak de;hemen oraya yüzlerce kişi koşar,asker bando çalacak helede kürtçe müziği seslendirecek ve millet merakı etmeyecek.Kameranın bize gösterdiği sadece etraftaki çocuklar.Başka bişi yok.Hepsi oranın boyaxçisi,çekirdek satıcısı vs.
bir arkadaş hemen atılıyor..
-Olaylarda çocuklar kullanılıyor denilip duruyor.Şimdi de çocukları kendi haberlerine alet ediyorlar.Rant sağlıyorlar..
..
Müsadenizle ben habere geçeyim.
Bandonun seslendirdiği şarkılar arasında “canê canê” de var.Hani Şivan Perwer’in söylediği parça.
Bu parçanın sözleri Delil Doğan’a ait.Delil Doğan’ın hayat hikayesi hakkında tam bir bilgim yok.Kendisinin Mazlum Doğanın abisi olduğunu ve Karakoçanda devrimci roller üstlendiğini,nihayetinde de PKK’nin öncü kadrolarından biri olduğunu biliyorum.
Canê canê parçasını bilmeyen yoktur.Bilmeyen varsa buradan buyursun.
Sözlerini aşağıda verirsek:
canê canê canê, were meydanêdilê min pir xweş e bi vî dîlanê bi vî dîlanê
dîlan e şoreş e, herkes pê serxweş eerd û ezman şên bûn bi vê dîlanê bi vî dîlanê
keç û jin û pîr tev, xort û mêr hatin bi revdest û mil tev dan hev li vê meydanê, li vê meydanê
dîlan gelek xweş bû, delîl pê rûgeş bûdilê dostan geş bû bi vê dîlanê bi vê dîlanê
dikkat ederseniz en sonda delil adı da geçiyor.Bu şarkıyı kürt direniş sembolu ve aynı zamanda kardeşi olan sevgili Mazlum Doğan’a yazmıştır.
Daha sonra ibrahim tatlıses çok geç kalmadan hemen türkçeleştirdi,ve tanımayan kalmadı gibi.
Parçanın özdeşleştiği asıl isim ise Şivan Perwer.O seslendirip ölümsüz bir nefes verdi.
..
Tabi şimdi nereden bakarsak bakalım ortada ironi var.Saçma sapan bir durum söz konusu.Askeri bandonun cehaleti bir yana,ki iyiki cahillermiş.Yarın ertesi gün kalkıp “berxwedan xweş doz e” derse ve “bijÎ bijî apê” me melodisini çalarsa ne yapacaz?
Çok duyarlı çok hassas çok kuzzulkurt sevgili askeri camianın cehaletini görmek açısından çok ilginç oldu bu olay.Asker açılımı da böyle bir şey olsa gerek.
Belli mi olur belki yarın Diyarbakır askeri bandosu ile Argeş yada Awazên Çiya grubu da düet yapar..şaşmam!
Ertesi günde orduyu üzerlerine salıp way siz misiniz bizimle şarkı söyleyen deselerde…şaşmam!!
..
En yakın zamanda Miradko’nun cinsel içerikli parçalarına el atıp dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmeleri dileğiyle..

Düğünlerde ortaya çıkma

Kürt düğün kültüründe başı çekmek büyük bir sorumluluktur ve bazen yeteneğin tarifi yoktur; Errrikkk der geçersin.Var olan yeteneğin genelde değerlendirilemediği nadir alanlardan biride,yani “anlık şöhret” getiren ve saygı anlamında daha çok tercih edilen bir yetenek çeşidi de;başta Diyarbakrır folklorunda görülen “ortaya çıkma”dır..Ortaya çıkma en kaba tabiri ile er meydanına çıkmadır.
Kürt düğün kültüründe başı çekmek büyük bir sorumluluk dedim.Babamların anlattığına göre eskiden “halay başı” için ölümler bile olmuş.Yani başı çeken birinden başı almak,kendisine hakaret sayılırmış.Biraz düz mantıktan gittiğiniz zaman şöyle bir anlam biçebiliriz; evet başı çeken adam o elindekilerinde bir nevi yol göstercisidir.O kişi onları nereye sürüklerse yada el ve kol figürleri ile ne kadar hız,biçim katarsa geriside ona uyacaktır.Ekip ona emanettir.Tüm gözler onun üzerinedir.İlgi merkezinde olduğu içinde bakan gözlerin hakkını vermek zorundadır.Buda oyuna katacağı kişisel figürlerdir.Evet bu figürler bu baş olayının da esprisi ve asıl savaşın yaşandığı kısımdır.
Ortaya çıkan adam; hünerlerini göstermek zorunda.O an çalan müziğin ritmini yakalamak zorunda,yada kendisinin yapacağı hareketleri çalan ekip yakalamak zorunda.Burada da muazaam bir iletişim var oynayan ve çalan arasında.Oturuşlar,diz kırışları ve ertesinde gelen tını birbirini tamamlamak zorunda.Yoksa bir anlam ifade etmez,etmeyecektir.Eskiler için belki çok ciddi olan bu meseleler şuan da çok değerli ve anlamlı.Bazı şeyler değişti,bazı şeylerde tam gaz devam ediyor.Artık başa geçmek zor iş değil.İsteyen geçiyor ve baştaki de ona gerekli saygıyı gösteriyor yani silah çekmiyor.Değişmeyen şey ise elbette ekibi taşımanın sorumluluğu ve senden beklenen beklenti..
Günümüzde de kıran kırana devam eden bu gelenek gençler arasında çok popüler.Özellikle kenar mahalle denen yerlerdeki gençler bu işte çok iyi.Çünkü hayattan ve ona hor bakan gözlerden bir intikam almadır.Bir ödeşme şeklidir ortada oynamanın getirisi.Ben varım diyebilmenin bir yoludur,gerekirse bir kızı etkilemenin de en güzel yoludur.En güzel oynayanlar en fakir fukara kesimden olup ve genelde hiç ama hiç folklor eğitimi olmayanlardır.Kıvraklıkları onlara saygı getirir bunu bildiklerinden iyi değerlendirirler.Düğün çok uzak bir yerde de olsa gitmeyi göze alırlar.
İlginç bir şekilde az ruhani bir halide vardır,düğünlerde gördüğümüz oynayan nice insan;o anın aşkı ile kendini kaybedebiliyor.Ortada oynamanın ilk şartı “hissetme”dir.Hisedip ona şekil verdiğiniz kadar ustasınız.Yani gelen müzik aslında ham ama ona şekil veren ortadakidir.Bir taş ustası gibi bir güzel yontuyor onu.
Kadınlarda oynar,hemde en hasından.Cigerxwîn bu durumu zaten yıllar evvel açıklamıştı ya.Ne demişti ?
Şêr şêr e,çi jin e çi mêr e !
Durum bu yani..

Kürtçe Konuşan Kardeşlerimiz(!)

mhp genel başkanı bahçeli’nin konuşmalarında kürtlerden bahsederken sarfettiği kürt demekten kaçınmak maksadıyla zırvaladığı söz. bir insan “devlet bölünecek” kaygısıyla nereye kadar kaçabilir, kürtlerin varlığına nereye kadar gözlerini yumabilirin “kart kurt”tan sonraki en büyük göstergedir. yahu kardeşim kürtçe konuşan vatandaşlara kürt denir. sorunun çözümü için hiçbir adım atmayacaksın anlaşılıyor. ki çözüme katkı sunmana dönük beklenti çok alt düzeyde. ama bari sürekli “kürtçe konuşan kardeşlerimiz”, “kürtçe konuşan vatandaşlarımız” gibi saçma sapan sözcükler türetmeyin. yok kürtlerin derdi işmiş, aşmış, vs vs sözleriniz de ayrı komik oluyor. oradaki hangi dinamikten oy aldınız, kaç milletvekiliniz var ki bölgeden de böylesi rahatça tespit yapılıyor onu da anlamış değilim.
bir kürt olarak emin ol ki kürtlerin belki de tamamı “kürtçe konuşan kardeşlerimiz” yerine “kürt vatandaşlarımız”, “türkiyeli kürt vatandaşlarımız” sözlerini daha anlamlı bulduğunu belirtebilirim. en azından kürtçe konuşan bir kardeşin(!) olarak bunu ciddiye alacağınızı umuyorum.

Uğruna beklenilecek güzel şey!

Sormuştum ona “neden burada bekliyorsun ki? Memlekete gitsene,lanet olasıca bu yerde hiçbir şey yok..Uğruna duracak ne var ki bu yazın ortasında?”
Sakin ve tek cümle ile cevap vermişti. “Belki de uğruna beklenecek çok güzel bir şey vardır,bu beklemeye değecek bir şey”
..
Konuyu kapattık.Ne diyebilirimdim ki !
Son muhabbetimizde bu diyalog geçmişti.Aklımda da kalan cümle bu..
Ben kendi içimden o kendi içinden muhasebesini yaptı o sessizlikte.Karşılıklı oturduğumuz o sandalyelere gömülü halde gecenin serinliğine çaylarımızın tadını bıraktık.Elbette kaldığımız yerden sıkılan bir olaraktan ve elleri bağlı olduğu için oradan çıkamıyorken ben,onun böyle bir durumunun olmaması,beni o kızgın duygu ile hareket ettiriyordu..
Sık sık gelirdi yanıma.Güzel bir muhabbetimiz vardı.Değişim dönüşüm geçiren ve gündemi takip eden,değerler konusunda bir şeyleri kendi çapında raya oturtma çalışan biri idi.Tartışırdık illa ki..Genelde siyasetti konu.
Değişimini takip edememekle beraber,konuşmalarımızdan ciddiyeti koruyarak istediğimiz seviyeye indirip çıkabiliyorduk her konuda.
Onda gözlemlediklerim vardı.Kaç sefer dedim diyeceğim ama diyemedim.
Uygun konu açılmadı bir türlü.Ciddi ciddi eleştirilerim vardı kendisine.
Kırabilirim diye düşündüm,yada nasıl tepki vereceğini kestiremedim.
Beraber geçirdiğimiz gecelerin,gündüzlerin,yolculukların aynı tabakta paylaştığımız iki lokma ekmeğin hatırındandır belki ona söyleyemediklerim.Beraber yıkadığımız bulaşıkların yada ansızın gelen telefonuna “hayırdır” diye soruşuma “öylesine,seni sormak” için demesinin bıraktığı gülümseme idi belki de..
Kışın o soğuğunda aynı atkı ile çamura batan ayaklarımıza bakarak aklımıza ettiğimiz sitem idi.Bilmiyorum,bilemiyorum..
Son görüşmemizin üstünden yaklaşık 10 gün geçti.Ses seda yok.Aradım,ne yapıyor ne ediyor diye.Tel kapalıydı.
Olabilir.
Ertesi gün tekrar aradım.Yine yok
Yirminci güne girdik halen yok.
Ne oldu buna?Arkadaşlara soruyorum,onu yakından bilen birkaç kişi daha vardı,bizde görmedik ama iyidir gibisinden bir şeyler sölediler.
Bir yere gitmiştir,tatil falan yapıyordur belki dedim.
Ve daha onlarca olasılık..

Olasılıklar denizinde ve geçmiş anılar arasından ip uçları bulmaya çalışırken bana gelen yabancı bir tel ile durumu daha iyi kavradım
Arayan akrabası idi.
Bir hafta boyunca aradılar,sordular ettiler.Hiç bir şey diyemedim.
Bir yandan annesi ağlıyor benden bir umut bekliyor,bir yandan babası yalvarıyor.
Çok kötü bir duygudur.
Anladım ki onların duygusal bağına kapıldığım an içinden çıkamayacağım.
Bilmiyorum,haberim yok dedim.Yüz üstü bıraktım onları.
Çarem yoktu, en mantıklısı bu idi.
..
Devam eden günlerde de haber alınamadı.Yoktu piyasada.
Aynı hafta içinde iki sefer rüyama girdi.
Ansızın kalkıyordum,üzerimdeki ruh halini anlatamam.
Gözlerim yaşlı yatağa doğruldum iki üç sefer.Onu rüyada görmek beni çok kötü etkiliyordu.Ona en yakın olduğum an idi.
Ama anlıktı işte.Bana kalan gece ağlamaları oldu bir iki sefer.Sonra nasıl olduysa uyku.

Gitmişti,sevdiği,hep bahsettiği,şarkılarını dinlediği o arkadaşlarına gitmişti.
Yaşamı uğruna ölecek kadar seven dostlarının yanına gitmişti.
Ve bana;
“Belki de uğruna beklenecek çok güzel bir şey vardır,bu beklemeye değecek bir şey” diye bir hatıra bırakmıştı..
Şimdi buradan daha çok nefret ediyorum.

Herkese vereceyiz, hema Baykal’a vermeyeceyiz

22 temmuz 2007 seçimlerinden önce diyarbakırda “sokağın nabzını tutan” bi muhabir, kahve önündeki “kursi”lerde oturmakta olan yaşlı adamlara yaklaştı ve içlerinden birine sordu:
-amca bu seçimlerde kime oy vereceksiniz?
Muhtemelen dtp seçmeni olan amca da tvde partisini söylemenin sakat olduğunu düşünerek, politikliğin de dibine vurarak şu süper cevabı verdi:
-herkese vereceyiz. DTP’ye vereceyiz, AKP’ye vereceyiz heta MHP’ye vereceyiz. Hema Baykal’a vermeyeceyiz.
Diğerlerini parti olarak CHP’yi de Baykal olarak söylemesi bi yana, Diyarbakır halkı da amcayı haklı çıkaracak biçimde CHP’yi hem 2007 hem de 2009 da tabiri caizse sandığa gömdü.
Sadece Diyarbakır’da da değil, aynı sahne tüm bölgede tekrarlandı…
Irkçı – milliyetçi değil- politikalarında ısrar eden bir partinin o bölgede başarılı olması da mümkün değil zaten… Aksinin gerçekleşmesi şaşırtıcı olurdu anca.
Bunun da tek suçlusu bana göre Baykal ve çevresinde bulunan 1930 model zihinlerdir.
Bu zihin, daha açıklanmayan bi pakete bile en sert şekilde muhalefet edebilecek, Irkçılığa mahkûm olmuş bi zihin maalesef.
Baykal ve şürekâsı, hükümetin üzerinde çalıştığı açılım paketinde olup olmadığı bile belli olmayan bir halkın en doğal hakkı olan anadilde eğitim hakkına şiddetle karşı çıkıyor. “ milli eğitimde etnisite olmaz! Milleti böler, ırkçılıktır” diyor.
Sanki milli eğitim çok temiz, ırkçılıktan şiddetten, paronayadan arındırılmış bi müfredata sahip de Kürt dili ile eğitim yapıldığında ırkçılık oluyor.
Eğer bir ırkçılık varsa o da bugünkü milli eğitim müfredatının tam ortasındadır. Herkesi Türk gibi yetiştirmeyi amaçlayan, sırf Türklük propangadasının yapıldığı, Türkler dışında dostun olmadığını anlatan, geri kalan kavimlerin hepsinin kötü olduğunu söyleyen, Türk kahramanlıklarıyla süslü bir müfredat ırkçı değildir de nedir?
Bakın size samimi bi anımı anlatayım. Ben lise 1 e kadar tarihte edebiyatta gördüğüm tüm karakterleri Türk sanıyordum. Adının “gavur” adı olmadığına kanaat getirdiğim kim varsa o Türktür diyordum.
Kendim Kürt olmama rağmen Kürt teali cemiyetini, milli birlik ve bütünlüğe zarar veren kuruluş olarak biliyordum.
Diğer halkları da örneğin Ermenileri, Rumları, Rusları falan da Türkiye cumhuriyeti üzerinde kötü emelleri olan halklar olarak biliyordum.
Neden? Çünkü 1930 daki ırkçı zihniyet böyle düşünüyordu. Günümüz eğitim sistemini şekillendiren 12 Eylülcülerin de sahip olduğu bu zihin sayesinde kendi kimliğime düşman, kendi kimliğini bilmeyen biri haline gelmiştim.
Ben bugün o zamanki saçma fikirlerimden kurtuldum ama ya diğerleri? Çevrenize bi bakın lütfen eğitim seviyesi ne olursa olsun bu bahsettiğim ırkçı söylemlere inan ne kadar çok insan olduğunu göreceksiniz.
Chp 2 açıdan önemli. Hem de çok önemli. Birincisi chp bürokrasinin askeriyenin partisi. Memleketin iktidarı değil ama muktediri.
İkincisi ise CHP birçok Kürt siyasetçi ve aydının zamanında siyaset yaptığı bi kurum. Örneğin Ahmet Türk, Ape Musa gibi insanlar o zamanlar sosyal demokrat olan CHP de siyaset yapmış. Kürtlerin her türlü hakları için mücadele etmişlerdir. Tarihi bi bağımız da var yani kendileri ile.
Ama gel gör ki chp bugün MHP den daha milliyetçi ( pardon ırkçı) bi parti olmuş durumda. 90 lı yıllarda “ Kürt raporu” yayınlayan Baykal’dan umutlu olan Kürt halkı,onun kronik ırkçı muhalif tavırlarına şimdi nefret duyguları besliyor. Adını içinde mutlaka küfür geçen cümlelerle anıyor artık.
Baykal bu tavrını terk etmedikçe, Kürt konusunda gerçekten samimi ve halkın istediği şekilde adımlar atmadıkça, halkın ihtiyaçlarını doğru değerlendirmedikçe bölgede tabela partisi olmaya mahkum.

Hozanlığın Sıradanlaştırılması Üzerine

Ara ara beynimin kıvrımlarını karıncalaştırmasına karşın üzerinde son döneme kadar ciddi ciddi oturup düşünmemiştim. lakin kürt müziğinin çağdaş pirlerinden olan Şıvan Perwer bu karıncalanmanın geçici olmadığını ve gittikçe artan bir rahatsızlığa dönüştüğünü gösterdi. bu rahatsızlığımı dile getirmektir maksadım. peşin peşin söylüyorum. doğrudan kimseyi hedef almaksızın yazacağım. gerektiği noktalarda isim de vereceğim. bu noktada dileyen dilediği gibi alınabilir.
öncelikle Şıvan Perwer’in rahatsızlığını belirttiği ropörtajından o kısmı aktarmak faydalı görünüyor.
“Kürt sanat camiasında bir kimlik sorunu yaşanıyor. Bakıyorsun herkes kendisine “Hozan“ diyor. Bu çok büyük bir yanılgıdır. Herkes sanatçı olabilir, şarkı söyleyebilir. Ama “Hozan“ olamaz. Çünkü “Hozan“lık ciddi bir sorumluluktur. Filozofluktur, bilim insanıdır. Toplumun öncüsüdür. Hani bugün kim bu kriterleri yerine getiriyor. Onun için herkese “Hozan“ denilmekten vazgeçilmelidir. Kürt kültür kurumları ve televizyonları bu ortamın yaratılmasına izin vermemelidirler. Biz, ancak Kant’a, Shakespaere’re, Galilei’ye, Ehmedê Xanî’ye, Feqiyê Heyran’a ve Cîgexwîn gibi isimlere “Hozan“ diyebiliriz.”
ilgili ropörtaja buradan ulaşabilirsiniz: http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=12488
90′lı yıllar sonrasında Hozan Serhad’ı dışarıda bıraktığımızda Hozan sıfatını en çok yakıştırdığım ender sanatçı olan(sesini çok beğenmem benim bu düşüncemde duygusal davranmama yol açmışsa bile, duruşu tavrı, söylemi de bu düşüncemi destekler niteliktedir.) Hozan Dino’nun belirttiği üzere “Hozan” kavramı “Xwe zan” yani “kendini bilmek”ten gelmektedir. ferhengteki karşılığı ise bildiğiniz düz anlamı ile anılmaktadır. yani hozan=aşık
evet temel anlamı bana daha doğru geliyor. ama buradaki aşığın içini doldurduğumuz zaman hozan sıfatının önemi daha bir anlaşılır olmaktadır. bunu somut anlamda aşık mahsuni şerif ile doldurmak mümkündür.
şimdi bize dönelim. google’de hozan yazıp tarattığımızda ilk sayfada çıkan sonuçlara baktım. şöyle bir sonuçla karşılaştım.
hozan beşir, hozan dino, hozan kawa, hozan remzi hozan serhat, hozan diyar, hozan aydın, hozan fate.
youtube’da yaptığım “hozan” aramasında yukarıdaki sonuçlara ek olarak, hozan seydo,hozan sipan, hozan çaçan, hozan cane, hozan şiyar, hozan hesen, hozan helbest(hele hele isme bak hele:)), hozan berbang, hozan serdar, daha uzayıp gidiyor. bunlar sadece iki sayfada çıkan sonuçlar..
şimdi bir yandan şıvano’nun hozanlık ile ilgili söylediklerine bakıyorum, bir yandan hozan dino’nun hozan tanımına bakıyorum, bir yandan aşık manasına gelen hozan’ı düşünerek hozan serhad’ı aşık mahsuni şerif’i düşünüyorum, sonra bu yukarıdaki hozan enflasyonuna bakıyorum.
sonra aklıma kimler gelmiyor ki… mıhemed şexo, arif cizrawi, hesenê cîziri, şakiro, karapete xaco, aramê tiqran, zahiro, huseno, ayşe şan…. uzar gider. bunlar bugün acaba hala yaşıyor olsalardı yada içlerinden yaşayanlar bu kadar popülist olur muydu? iki stran çığırınca hemen sanatçı olmasından kaynaklı edindiği yeni isminin önüne hemen hozan sıfatını getirenler kadar popülist yaklaşır mıydı?
benim bildiğim bir sanatçının bir sıfatı varsa bu sıfatın dinleyici kitlesi tarafından, halk tarafından o sanatçıya verilmiş olması gerekiyor.
bence hozanlık bir yaratım işidir. sanat yaratımı ile halkı yönlendirme, uyanık tutma, gerekirse bedel ödeme işidir. halkı için zalimin zulmünü teşhir eden, halkının kaybolmaya yüz tutan kültürünü ayakta tutmaya çalışandır. ama bunu var olanı tekrar ederek değil, yeni yeni şeyler yaratarak yapmalı. bir bilge adam oluş sürecidir hozanlık.
şimdi yukarıda isimleri geçenlerin bir kısmını tenzih ederek, ilk kez gözüme çarpan ve çok afilli isimlerle birleştirerek hozanlık kavramını alanların yaratımları nedir hozanlık adına? bir şakiro mu? bir mıhemed şexo mu? bir hesenê cîziri mi? hayır hakikaten sanatınızla ilgilendiğim, sanatınızı eleştirdiğim filan yok. benim derdim birçoğunuzun yetersizliğini hozanlık sıfatı ile doldurmaya çalışmanız. benim derdim bu halkın sizlere layık görmediği, sizlere bahşetmediği bir sıfatı iki şarkı söyleyince tapulamanız..lütfen sanatınız sizin olsun hozanlığı geri verin bizlere. biz sizlere layık gördüğümüzde zaten doğallığında o sıfata layık olursunuz…
ne bileyim bence Hozan Serhad bu manzara karşısında kendisine Hozan dendiiği için pişman olurdu yaşasaydı.. çünkü o kadar ayağa düşürüldü ki bu güzide kavram. şarkı söyleyen, iki tv gören, youtube’da iki videosu dinlenenin kendisine hozan sıfatını layık görmesi onun da zoruna giderdi. lütfen eğer bu halka bağlı olduğunuzu düşünüyorsanız bırakın hozan sıfatını, halk layık görürse zaten size hitap eder öyle…
lütfen hozan kavramını ayağa düşürmeyin ve Şıvan’ın sözlerini yeniden gözden geçirin. sevmeyebilirsiniz ama sevmiyorsanız bile söylediği yanlış demek değildir.
sonra oturup şunu dinleyin:
Hozan Serhad-Hewler

Komünizm

bugün biraz daha farklı şeylere değinmek istedim. evvelden yazmış olduğum bir yazıyı sizlerle paylaşayım dedim. hoş biz kürtlerin pek gündemi değildir böylesi felsefik ve sofistike konular ama ben yine de marksizm ve komünizm mantalitesinin çok iyi irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
şöyle Apê Marx’ı divanın baş köşesine oturtayım:)
komünizm, marx ve engels‘e göre proleter diktatörlüğünden politik iktisai ve toplumsal bakımından farklarla belirecektir.
3 aşamalı irdelersek bunlar:
1. devletin kendiliğinden yok olması2. iktisadi ilkeler3. toplumsal değişme
şimdi tek tek irdeleyelim bakalım nedir ne değildir, ki kafalardaki bulutsu düşünce, güneş ışıklarıyla oluşan bir berraklığa dönüşsün.
1. devletin kendiliğinden yok olması

bilindiği üzre marx ve engels devlet olgusuna karşıdırlar. engels, devleti, “tabii olmayan, toplumun çözmeye yetersiz kaldığı, çatışmalara düştüğü zaman ortaya çıkan bir kurum” olarak niteler. devlet sınıf çatışması sonucu doğduğu için, sınıfsız toplumda kendiliğinden ortadan kalkacaktır. devletin kendiliğinden yok olması, kamu görevlerinin politik niteliğini kaybedip, gerçek toplum yararının gözleyicisi, idari fonksiyonların gerçekleştiricisi halinme gelmesi demektir. marx da aynı görüştedir; devleti “burjuvazinin yönetim kurulu” sayar. devletin, bir sınıfın* bir başka sınıfı* baskı altında tutma aracından başka birşey olmadığını söyler.
komünizm aşamasında devletin yerini komünler alacak, toplum komünler federasyonu haline gelecektir.*
peki devletin olmadığı bir toplumda ekonomi ne yönde hareket edecektir. nasıl işleyecektir. ya da böyle bir şey olacak mıdır?
1. iktisadi ilkeler
birey, devletin yok olması ile politik yabancılaşmadan kurtulduğu gibi, öngörülen komünizmde, iktisadi yabancılaşmadan da kurtulmuş olacaktır.
iktisadi demokrasi, komünlerin, üretimi ihtiyaçlara göre ayarlaması ile belirecektir.**iktisadi plan, “aşağıdan yukarıya doğru“, komünler arasında hazırlanacaktır. üretim, planlı toplumun denetimine girince, malların piyasa fiyatı, değerine eşitlenecektir. kar amaçlı üretim diye bir şey olmayacak, sadece ihtiyaca göre üretim yapılacaktır. yani, komünist toplumda üretim, kapitalizmden farklı olarak kar için değil, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için yapılacaktır. özgür kişilerin, ortaklaşa sahip oldukları üretim araçlarıyla çalıştıkları bu toplumda, robinson crusoe‘un çalışma şartları, neredeyse aynıyla tekrarlanmaktadır. ama arada bir fark vardır. crusoe kendi kişisel ihtiyaçları için çalıştığı halde, komünist toplumda bu çalışma toplumsal ihtiyaca yöneliktir.

kapitalist toplum, marksizmin iddiasına göre, üretim fiyatlarının değeri yansıtması dolayısıyla, akılcılık ilkesine aykırıdır. oysa komünist toplumlarda,emek-değer teorisi işler hale gelecek, toplum çapında akılcılık ilkesi gerçekleşmiş olacaktır. emek-zamanın toplumsal yönelişi, iki işlevi yerine getirecektir: toplumun ihtiyacı olan alanlara emeği yöneltmek ve her emekçinin topluma katkısını üretime hazır ürün içindeki payını ölçmek.
öngörülen komünist toplumun bölüşüm ilkesine gelince: toplam gayrı safi üründen amortisman***, kapital birikimi, kamu yönetim giderleri, eğitim, sağlık, ve diğer toplumsal tüketim ihtiyaçlarını karşılayacak giderler, işsizlik tazminatları indirildikten sonra, geri kalan fon, toplum bireyleri arasında bölüşüme hazırdır. komünist toplumun ileri aşamasında, insanlar beraber üretim güçleri de artıp, kolektif servet kaynakları bolluktan taşınca, bölüşüm ilkesi artık çalışma değil “ihtiyaç” olacaktır. bu sonsuz bolluk toplumunda, sadece üretim araçlarında değil, tüketim araçlarında da özel mülkiyet ortadan kalkabilecektir. marx’a göre, burada çalışma ve bölüşüm ilkesi “herkesten yeteneklerine göre, herkesten ihtiyacına göre” formülüyle belirtilebilir.
komünist toplumda değişecek olan bir diğer nokta ise-ki aslında en önemli unsurlardan birisi- toplumsal değişimdir.
3. toplumsal değişim

komünist topluma göre bireyin, devletin yok olmasıyla politik yabancılaşmadan, üretim araçlarının toplumsallaşmasıyla, iktisadi yabancılaşmadan kurtulacağını yukarıda belirtmiştik. ayrıca din kendiliğinden yok olacak****, kadın, sanayide çalışmasıyla ev çerçevesinden kurtulacak, kocasına eşit üretici olacağı için, diğer yabancılaşma kaynakjları da ortadan kalkacaktır. böylece bütün yabancılaştırıcı öğelerden kurtulan insanlık, özgürlük çağına girecektir.
marx, insanları esirleştiren, özgürlüklerini kısıtlayan diğer nedenlerin de komünist toplumda yok olacağını ileri sürmüştür. kişisel çıkarla toplumsal yarar arasında çelişki bulunduğu sürece, işbölümü, kişisel faaliyetleri dar alanlara hapsetmekte, insanı esirleştirmektedir. oysa komünist bir toplumda, daha önce işbölümüyle parçalanan ve esirleişen insan, esirleşmeden kurtulacak, insanın “tekrar birleşerek bütünlüğe kavuşması” mümkün olacaktır. kişi, isrediği bigi bir çalışma alanından bir başka çalışma alanına geçebilecektir. zihni çalışmaya ve el emeğine dayanan iş arasındaki fark ortadan kalkmış, çalışma sadece yaşama için bir araç değil, hayati bir ihtiyaca dönüşmüş olacaktır. dünyanın bütün zenginlikleri, herkese ” dünya piyasası” gibi yabanc bir güce esir olmaktan kurtulduğu zaman açılmış olacak; bütün dünyanın ürünlerinden herkes yararlanabilecektir. kapitalizmde piyasa düzeninin gerçekleştirdiği birleştirme, kendiliğinden doğacaktır.
gülten kazgan’ın iktisadi düşünce veya politik iktisadın evrimi kitabından faydalanılmıştır.

dipnotlar:——————————————————-*bununla ilgili fantazi de olsa ursula k le guin‘in mülksüzler‘den faydalanılabilir. orda böylesi federasyonlardan bahsedilmektedir.**bununla ilgili ise thomas more‘un utopiaadlı kitabı okunabilir.ya da bir üstteki dipnotta da çeşitli unsurlarını bulabilirsiniz bunun.*** yıpranma payı.**** kanımca marx’ın en büyük hatası, din olgusuna gereken özeni göstermemesi idi. devlet-üretim araçları ilişkisini incelerken dinin bunda etkisini “ayfon” olarak geçiştirmesi önemli bir olaydır.çünkü din adamları sadece üretim araçların sahipliğini kullanmamışlar, bunun yanısıra insanları din aracılığıyla da kendilerine esir almışlardır. hoş cilt cilt kitaplar yazmış bir insanın bu kusurunu da doğal karşılamak gerekiyor.

Aldatan Kadınlar-3

teni değerken ellerimin çatlamış aralarına hisedemeden gitti yumuşaklığı kokumdan.ilk gün öptü bedenimi kalınlaşmış dudaklarından.ikinci gün okşadı dudaklarımı kurumuş teninin sıcaklığı ile.sonrası seviştik amansız bir kaçıştan kurtulacakmışız gibi,hesapsızkonuşmadan..,susarak seviştik kuytu apartman boşluklarında.gidebilecek bir yerimiz yoktu.onun kocasıbenim ailem vardı bedenlerimizin olmadığı anlarda yanımızda.ve hep sevişitik bedenlerimizle.susadıkter içtik.ıslandık nefesimiz kuruttu.nefes alamaz olduk nefes verdik birbirimize.ve gelmez oldu öpüşleri soğuk tenimin kuruluğuna.apartman boşlukları kokumuzu kaybettirmişti duvarlarında.nem kokusu ile karışmıştı.duvarlara yaslanıyordum,okşuyordum öpüyordum.ten idi bizimkisi.en büyük aşktan bile daha aşktı.ama ten idi bizimkisi.kocasıyla gördüğümde farketmiştim ona gerçekten aşık olduğumu.kocası vardıdüşünmek bile istemediğim birşeydi.ama gerçekti.tenini akşamaları siliyordum beynimden.yoktu teni.sadece bir ruhtan ibaretti diyordum.ama öyle değildi.aldatıyordu teni tenimi.yokluğumda kurumuş tenleri ıslatıyordu teri.yokluğumda dudaklarından çıkan sıcak nefes can veriyordu başkalarına.kıskanmıştım onu..kaybetmek miydi acaba.hayır kaybetmemiştim.yanımda iken sıkılıyordum uzadıkça konuşmalarımız.hiç konuşmasın isterdim.teni konuşsun nefesimde.seviyormuydum.hayır.neydim peki.neden bunu yapıyorduk.o bile bilmiyordu neden başka tende kaldığını.tenimi bırakmıştı.ama tensizliğim zor gelirdi ona biliyordum.terimi gönderdim nefesi geldi kurutan terimi..aldım nefesiniuzandım yanına ve çektim içine ..karanlıkgevşemeve bıraktım kendimi onun içine..üç kişi olduk bir ten de.benokocası….

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi

12 eylül’ün kardeş kanının akmasına son verilmesi için yapıldığı belirtilmekle birlikte kanı akıtma işinin sağ/sekter faşistlerin ellerinden alınıp darbecilere devredilmesine yol açmıştır. 12 eylül’ün bilançosuna kısaca göz attığımızda12 eylül darbesi bu ülkenin vatandaşlarının “kanının akmasını” nasıl durdurmuş(!), bir kaç örnekvereyim..
bu darbede,
650 bin kişi gözaltına alındı,1 milyon 683 bin kişi fişlendi,açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,7 bin kişi için idam cezası istendi,517 kişiye idam cezası verildi,haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı,71 bin kişi tck’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı,98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı,388 bin kişiye pasaport verilmedi,30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı,14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı,30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti,300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü,171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi,937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı,23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu,3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkiminişine son verildi,400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi,gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi,31 gazeteci cezaevine girdi,300 gazeteci saldırıya uğradı,3 gazeteci silahla öldürüldü,gazeteler 300 gün yayın yapamadı,13 büyük gazete için 303 dava açıldı,39 ton gazete ve dergi imha edildi,cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi,144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü,14 kişi açlık grevinde öldü,16 kişi “kaçarken” vuruldu,95 kişi “çatışmada” öldü,73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi,43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi…
bu istatistiklar sadece o kuşağa olan etkilerdir. peki ya 80 sonrası kuşağa etkilerine ne demeli? apolitikleştirilen bir gençlik…aptalca dizilerle, popstar yarışmalarıyla, futbolla, suni gündemlerle gençliğin beynini uyuşturan ne varsa toplumun içerisine şırınga edildi ve her yeni kuşak daha da apolitikleşti ve eskiden erkek işi olarak görülen siyaset artık erkekler arasında da konuşulmaz, tartışılmaz,yaşanmaz oldu..siyaset ile ilgilenenlere öcü gözüyle bakıldı…
peki bu darbeyi yapanlar nerede?? kimisi marmaris’te döktüğü kanlarla nü portreler yapmakta kimisi hayatının son demlerini en güzel şekilde yaşamakta…ispanya’da yunanistan’da cuntacılar yargılanırken ve bu darbeden zarar görenlere itibarları iade edilirken bizde ise cuntacılar kendi yargılanmalarını engellemek icin toplum sozleşmesi olan anayasaya kendilerinin yargılanmasını engelleyecek madde koydurdular..bu da bu darbenin mesru olmadiginin ispatidir…
ve ne yazık ki bu ülkenin apolitikleştirilen gencligi,özellikle de üniversite gençliği hala darbeci generalleri alkışlamakta bir beis görmemektedir..en üzücüsü de bu degil midir?



http://www.bijwen.com/diyarbakir-zindani/

LAWÊ MIN E, BIRAYÊ MIN E Û MÊRÊ MIN E

Du melayan rahiştin hev û dû li ser qederê û yekî ji wan got:
- Qeder heye?
Ê din got:
- Na tuneye!
Bi vî dirûvî peyva wan nebû yek. Lê, li hev kirin ku dê herin cem seydayekî mezin. Dane rê û çûn. Li ser devê rêya wan goristanek hebû û mirov li wir kom bûbûn. Her du meleyan bala xwe dane ser goristanê, kirin meraq û ji hev re gotin:
- Him ziyaret e û him tîcaret e!..
Piştî fatîha xwe xwendin, li derdorê pirsîn:
- Kî çûye rehmetê?
Gotin:
- Seyda çûye rehmetê!..
Taba herduyan bi erdê teqiyabû, lê bi hev re şêwirîn û kirin biryar ku herin mala seyda jî dê fatîhakê bixwînin.Çûn fatîhe xwendin, lê wext derengî ketibû, mala seyda herdu meleyan bernedan û wê şevê li wir dimînin.Şev geriya, dem herikandin û çare ji pirsgirêka xwe nedîtin. Piştî civat belavbûnê yek ji derve kete hundir ku rih bi bihûstekê li xwe berdabû, bi ber qîza seyda de çû, têra xwe lêxist, bi ser de têr maçî kir û pê keniya û bi sosretekê ji ber qîzikê reviya. Herdu mele ecêbmayî man. Qîzikê berê xwe da meleyan û got:
- Hun ji çi ecêbmayî dimînin?..
Deng ji meleyan derneket.Qîzikê domand:
- Alimek nexweş ketibû, li cem hekîm û lûqmana geriyabû û tu derman ji nexweşiya xwe re nedîtibû. Keçek ew î alimî hebû, ji bavê xwe re gotibû:
- “ Bavo, tu alimî, de ka dermanekî ji xwe re bibîne?
Ê alim gotibû:
- “ Dermanê min heye!
Keçikê gotibû.
- “ Dermanê te çiye?
Ê alim gotibû.
- “ Law nabe!..
Keçikê gotibû:
- “ Na bibêje.
Ê alim gotibû:
- “ Dermanê min meya ye!
Keçikê gotibû:
- “ Ê vexwe!..
Ê alim wê şevê meya vexwar û pê şerxweş ket. Bi şerxweşbûnê re şeytan kete qelbê wî. Rabû ser xwe û dawa pevşabûnê li keça xwe kir. Ev kar pêk hat. Wextek çû û keçik bi du canî bû. Xwedê zarokek da keçikê û ê alim:
- “ Qîza min, dengê xwe meke, hew di navbera min, te û xwedê de ye. Ka evî zarokî em bibin ber camiyekê dînin, belkî hinek lê xwedî derkeve û xwedî bike.
Ferek bazinê keçikê hebû. Keçikê xist nav şalê li zarok pêçayî û li ber camiyê danî. Mirovekî zarokê wî tunebû, diçû camiyê, zarok dît, rahiştê bir malê û banî jina xwe kir:
- “ Min ev î zarokî li ber camiyê dît, ji xwe zarokê me jî tune, em ê xwedî bikin, heke hineka xwest xwest, nexwest jî ew ê ji me re bimîne. Ev bazinê li ser zarok jî ew ê jê re bimîne û em dest nadinê.
Zarok xwedî kirin, hin bi hin mezin dibû, hişê wî gelek tiştan digirt û malikê rabû danî ber destê seydayekî da ku feqetiyê bike. Zarok bi her milî de pêş diket û roj bi roj bi ser xwe de dihat û wextê zewaca wî hatibû. Bi gihîştina emrê wî re seydayê wî xist dil xwe ku qîza xwe bidê. Bang lêwik kir û got:
- “ Êdî tu mezin bûyî û kêfa min pir ji te re tê. Ji bavê xwe re bêje qîzik min heye bila bê ji te re bixwaze.
Xort çû mal û ji bavê xwe re got:
- “ Seydayê min dibê ezê qîza xwe bi te dim ger tu bê bixqwazî…
Bavê lêwik bi law û mala xwe li hev kir, çû cem seyda û pirsî:
- “ Seyda tiştekî weha heye?..
Seyda got:
- “ Ka emê mara wan bibirin!..
Wexta ku mara wan birîn, diya lêwik bazin hazir kir û da dest lawik. Lawik rahiştê, li gorî dab û nêrîtan anî xist destê bûkê. Bûkê çawa bazin dît, naskir, qêrînî pê ket û got:
- “Te ev bazin ji ku anî, ev bazin ê min e!..
Lawik mesele çû ji bavê xwe re got:
- “ Bûk dibêje we ev bazin ji ku aniye, ev bazinê min e…
Bavê lêwik mesele ji lawê xwe re got pêve, çû cem bûkê û got:
- “ Ev lawik ne lawikê min e. Me li ber camiyekê dît, anî xwedî kir û bazin jî li ser wî bû. Me bazinê wî hilanî ta ku tu xwest û bû xelat ji te re.
Keçikê kir gazî, hewar û got:
- “ Ev î lawê te him lawê min e, him birayê min e û him mêrê min e!..”
Û keçikê berê xwe da herdu meleyan û domand:
- Ew î zilamê bi rî, lawê min, birê min û mêrê min e.
Herdu meleyan bersiva pirsa xwe dîtibûn û bi bêdengî ji mala seydayê xwe birêketin çûn.

L’ennemi İntime – 2007 (İçimizdeki Düşman )

Yönetmen: Florent Emilio SiriTür: Drama,History,WarÜlke: FranceDil: French,Arabic,KabyleSüre: 111 dkIMDB: http://www.imdb.com/title/tt0825248/
1954-1962 yılları arasında Fransa’nın Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir halkına yönelik yaptığı kıyımı,katliamı anlatan bir Hollywood filmidir..Fransa’yı dönemin sömürgeci zihniyetiyle gözler önüne seren, tarihle yüzleşme filmi olarak ta betimleyebiliriz.
Filmden bahsedecek olursak:
Yapılan zulmü,sömürge olmayı kabul etmeyen ve Cezayir’in bağımsızlığını isteyen, Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ile gelişmiş silahlara sahip Fransız ordusu arasında geçen savaşı gözler önüne sermektedir.Her ne kadar, yönetmen Florent Emilio Siri’nin Fransa cephesinden bakarak uyarlamışsa da ,bunu rahatsız edici bir ‘tarafeyn’ olarak göstermemektedir.Film de ağırlıklı olarak savaş sahneleri ,operasyonların gidişatlarının yanı sıra, askerlerin ruh hallerine de ışık tutmakta..Hatta dozu arttırmak gerekirse Fransa adına savaşan , Cezayir’li askerlerin ya da bir zamanlar FLN adına çalışan gerillaların kardeşlerini öldüren çelişkilerini de görmek mümkün..
Temelde Cezayir’in özgürlük mücadelesinden uzak, daha çok savaşın birey üzerindeki etkisini en az bir ‘Stalingrad’ filmi gibi resmetmeye çalışmış, başarılı da olmuştur.
Teğmen Terrien ve Çavuş Dougnac karakterleri üzerine yoğunlaşmış , ilk başlarda ‘idealist’ bir çizgi çizen karakterlerin, zamanla savaş ortamının etkisiyle nasıl değişim sergilediklerini,psikolojilerinin nasıl altüst olduğunu, kendinden gittikçe uzaklaşan ve ‘içimizdeki düşman’nın kendileri olduğunu fark ettikleri beyaz perdeyi , savaş konulu tema nedeniyle karartan film olarak sinema tarihine geçiyor..

Kürt Klip Anlayışı – 2

Kürt Klip Anlayışı-1 başlıklı yazısı için başta Papua Yeni Gine’li dostlarımdan sonrada tüm fizikçilerden özür diliyorum,çünkü sürtünme kuvvetini es geçmişim.Fizikle uğraşanlar daha iyi bilecektir, Sürtünme kuvveti denen meret; sürtünen “yüzeylerin cinsine bağlıdır”.Ve cisme etkiyen sürtünme kuvveti “yüzeylerin cinsine göre de” değişir..Anlaşılan o ki sürtünmesiz yüzeylerden sesleniyoruz birbirimize..Yüzeyin yüzeyselliğinde altımızda siyah poşetlerle kayıyoruz..(maddi durumları iyi olanlarda migros poşeti kullanılıyor)..En son kliplerin genelinin şarkı sözlerine çekildiğini söylemiştim.Bu anlayış zarar veriyor.Bu anlayış bir klipte en çok beklenen yaratıcı unsura ket vurmadan başka bir şey değildir.Örneğin Roj wê bê klibinde,roj wê bê denildiğinde hemen ekranda bir güneş doğuyor..Bunun gibi onlarca yüzlerce örnek var.Genel gözlemlerimde bunu defalarca gördüm..Tabi kimseden kalkıp, Pink Floyd gibi eğitimi kıyma makinesinde tek tek biçilen öğrencilerin aslında birer duvar olduğunu anlatan güzellikte bir iş beklemiyorum şahsen..…Mmc’de dönen Hozan Dino’nun Lê Dayê klibi üzerinden de başka bir klip anlayışımıza değinmek istiyorum.Sanırım bu şarkıya çekilen orijinal klip değil.Sadece oluşturulmuş bir kompozisyon..Ama değineceğim konu da zaten bu işin odak noktasına dair..Lê dayê ez gerilla me denir ve ekrana hoopp gerillalar doluşur.Gerçekten bu bir başarı mıdır? Şöyle iki üç kromozomu eksik olan birini getirin ve “Lê dayê ez gerilla me” sözünü söyleyin.Yine aklında gerilla canlanır.Çünkü söz açık ve net.Dolambaç bir anlatım yok.Ama milyonlarca insana açıkça tembellik-aptallık arası bir duygu ajitesi de veriliyor.Bunun medyatik kuramı budur.Bir duyguyu doğrudan vermek marifet değildir.Verirseniz de manası kalmamıştır.Güvercin yumurtasına eliniz değerse,annesi bir daha yanaşmaz o yumurtaya,terk eder yavrusunu.Bir anlamı kalmamıştır artık..Kawis Axa’nın Genç Xelil’de anlattığı trajedinin bir aşk olduğunu sanırsanız,elbette sadece gözleri değil,yüreği de kör ve dargın kalacaktır Kawis Axa’nın.Hem de sonsuza dek..Şarkıyı söyleyen kişi bir sözde asıl neye vurgu yapmak istediğini bilir ama ona ruh verip görüntüye döken adam da bir zahmet az kafa yorsun.Kalkıp amele mantığından şarkıya klip çekerseniz,sahibi de bir daha yanaşmaz.Yanaşmamalı..Kürt parçalarının temel metaforik öğeleri olan aşk-Kürdistan-dağ-toplumsal bağ-anane-ulusallık kavramları birbiri üzerinden iş görüyor.Az kafa yorulursa anlaşılır ki asıl sevgili Kürdistan’dır,asıl ulaşılmak istenen çeşme kenarında ki yar değil de özgürlüktür.Yada yüreği yangın yeri bir annedir..Klipler konusunda gerillalara büyük haksızlık yapıldığını düşünüyorum.Olur olmaz her klibe gerillalardan görüntü eklemek saçmalığın daniskasıdır.X kişisi albüm yapar,albümde bir parça siyasidir.Hemen ona bir klip çekilir ve klipte ulusal değerlerimize ait semboller bolca yer alır.Bu birazda albüm satmanın bir taktiği oldu son yıllarda..Millet’te bakıyor klibe,hmm güzelmiş diyor ve alıyor.Ama meğerse o parça dışında geriye kalan parçalar fos.Etten püften şeylerden bahs eden,manda yuva yapmış söğüt dalına patentli sözler..Kalkıp doğrudan gerillaların yüzlerini kullanmak birazda kolaya kaçmak değil midir?Çok yurtsever duygularla yapılmış olabilir.Çok içten yapılmıştır,bunlara lafım yok.Benim kast ettiğim işin biçimsel ve Sezar-hak motifine dair.Bir şarkıda da dediği gibi “peki gerillalar olmasaydı” ?..Gerillada bugün klip üretiyor.Ve kendi görüntülerini kullanmak elbette onların hakkıdır.Ki çok güzelde kullanıyorlar..Örnek vermek gerekirse; Awazê Çîya grubunun “Xezal” parçası sizi ters köşe yapar.Geleneksel ve klasik Kürt müziği arasında mükemmel geçiş formları sunuyor.Demek estetik bir şey üretmek için illa world music’in arkanızda olması gerekmiyor.Yada Robert Rodrigez’ın kamerasal aklı..Akıl hastanesinde geçen bir örnekte verirsek daha pekişir ne demek istediğim.Hastalara kaşık,fincan ve kova verilip su dolu küvetin nasıl boşaltılması gerektiği sorunsalı üzerine normal bir aklın elbet kova ile yapılmalı demesi üzerine doktorun “hayır en makul çözüm küvetin tıpasını çekmektir” demesi de bize sunulan seçenekler dışında illa bir şeylerin var olduğu ve bunun da çok uzakta olmadığını anlamamız gerektiğidir.
Şayet şarkı sözlerinde ülke sevgisi yada gerillasal bir durum söz konusu ise bunun duyguları elli ton perspektiften verilebilir.Çünkü bugün,uçan kartal da,dağın kendisi de,karın içinde açan berfin de açık-seçik bir gerilla hatırlayıcısıdır.Onları hemen verir,yansıtır.Ben bu klipte özlemi anlattım demenin manası yok artık günümüzde..Özlemi anne üstünden vermek herkesin aklına gelir,mühim olan birinin kalkıp özlemi birinin en sevinçli ve bir şeyi hatırlanmayacak anda akla düşmekle eşdeğer yüreğe düşen ikilemin resmini çekmek..Gerillalara ciddi anlamda haksızlık yapıldığını düşünüyorum bu konuda.Kendilerinden artık klip,albüm ve film bekler olduk.Metropoller/Bizler bu konuda bir vicdan muhasebesi yapmalı kanımca.Gerilanın sırtından açık açık geçinmenin ilericiliğe değil toplumsal gericiliğe kucak açtığını çekirdekçi Misto bile size anlatabilir....Bu yazıda değineceğim ikinci bir mevzu da,Gün Tv ekolü adını verdiğim klip anlayışı.En başta söyleyeyim,Gün Tv’nin başta Amed olmak üzere halkın üzerindeki etkisi ve yayın politikasını takdir eden biriyim.İyi yada kötü;seviyoruz kendilerini.Her gece gün radyo ile uyuyan biriyim.(sanal reklam uygulaması)Son birkaç yıldır gün tv de ilginç bir tekniğe girdi.Gerçi daha önce de vardı ama asıl patlama onlarla oldu.Miting,yürüyüş,dağ,çiçek,eylemler,etkinlik vs. görüntüleri eşliğinde slayt hazırlar gibi klip tadı veren şeyleri ekranda sanatçıların parçalarına uydurarak ve kendisini de bir yada iki kez göstererek bir eser ortaya çıkarmak.Ee açıkçası düşündüğümüz vakit ZeleMele’nin savana parçası arkasına ne atarsanız çok iyi gidecektir.Gün Tv atarda biz beğenmez miyiz..Bölge halkı da böyle şeyleri beğendi.Dikkat ettim bizim evde de gün açık iken izliyoruz böle klipleri,annem kardeşlerim pür dikkat bir sonra gelecek olan görüntüleri bekliyor.Hele bir yürüyüş esnasında kendileri de klipte çıkmışlarsa,off off değme keyfime.Bir akrabamda gün tv’nin bir klibine yakalanmıştı.Şöyle 3 saniye kadar görünüyordu.Yanılmıyorsam bu klibi bi 35 yıl daha izleyecektir en güzelinden.Çok sevinmişti..…Yine yanlış hatırlamıyorsam kardeş türkülerin katıldığı bir programda sunucu şöyle demişti “sizin parçanıza hazırladığımız klibi size gösterelim,umarım beğenirsiniz” ..Anlayacağımız çok çalışma yaptı gün tv...İşin doğrusu bu tarz bir görsellik anlayışı da yanlış.Demek ki arz talep meselesinde ciddi sorunlarımız var.Bu işin bir yönü.Zamanında televole programları çok eleştirilirken;verilen öz savunma hep şu idi: Madem beğenmiyorlarsa izlemesinler.Neden izliyorlar?Evet bir taraftan da izliyoruz.Çünkü alternatifini yaratamıyoruz.Yaratmıyor bu işle uğraşan arkadaşlar……Kafka der ki “ iyi,bir yönüyle de rahatsız edicidir “ ..Evet öyledir.Ama biz daha iyi’ye bile ulaşamamışken söylediklerimiz “rahatsız etmesin..rahatsızlıkta iyidir.Kafka diyor..ben değil..…

Nerdesin Mirady?

Yaklaşık dört sene öncesinde çıkardığı albümüyle tanıdık onu. Albümüne verdiği isim gibi gam yüklü sanatçı, gam yüklü sesli bir mektupla” Xemname” ile geldi kulaklarımıza. Mirady den bahsediyorum, yine geleneksel bakış açısı ile birine benzetilen ve aslına bakılırsa tarzının patenti sadece kendinde olan Kürt müzik sanatçısından. Klip çektiği parçası “baranek” ile tanımıştım ve memnun da olmuştum yeni ve farklı bir anlayış ile müzik icra eden, kürt müziğinde kulaklarımızın ezberini bozan bir sanatçı tanımaktan.
Tek şarkılık sanatçı değil, olmadı Mirady. Yine dikkatlice dinlenirse bu kolayca görülebilir. Arjen Arî’nin “tu bıhata” ve “bunisra” şiirlerinden bestelediği şarkılar, sözleri Feqiyê Teyran ın olan “ji min hez bike “ ve sözü de müziği de kendisine ait olan “ na na na”, “tu serxeşi” gibi şarkıların çoğu da uzun soluklulardan. Dinleyince ilk tepkim geniş kitlelere hitap edemeyeceği idi. Çünkü bunun için henüz ne kültürel altyapı, ne de müzik kulağımızın yöneldiği yön uygun değildi. Değeri zamanla anlaşılacak bu yüzden Mirady in. Bob Dylan in, da Ciwan Haco gibi birçok sanatçının da ilk albümü aradan yıllar geçtikten sonra hak ettiği ilgiyi gördü. Yeni bir tarza ya da bir kültürün müziğinde yeni olan anlayışın oturması kolay iş değil. Yeni bir tarz denince bahsettiğim elbette sadece rock anlayışlı müzik icra etmesi değil. Klasik olmuş yazılı eserleri rock anlayışla yorumlarken kulanılan enstrümanların bir hayli yeni enstrüman birliktelikleri ortaya çıkardığı gerçeği. “Baranek“şarkısında elektro gitarın arkasından gelen şarkının ortasında işe giren üflemeli çalgılar(ney-mübin dünen), “Na na na” da ki keman(nedim nalbantoğlu) gibi fark edilen enstrümanları bu müzik anlayışla güzel şekilde birleştirmiş.
Kürt müziğinde yabancı olmadığımız keder temasını arabesk anlayıştan kurtaran ender sanatçılarımızdan mirady ile hüznü dillendirme yolculuğunda tek başına bir arazide dimdik duran ağacın durduğunu hissediyorsunuz. Bu yolculukta yine yağmurlara şemsiye tutmayarak ıslanma isteği ağır basıyor. Yani denilebilir ki hüzünle barışık ve bir o kadar da düşündürücü. Onun müziğinin hüznü, insanı hüznüyle barışık olmaya çağırıyor. Biz de aradan geçen bu uzun hüzünlü yolculuk, sessizlikten sonra onu çağırıyoruz:
Nerdesin Mirady?

Public Enemies – 2009 (Halk Düşmanları )

Yönetmen: Michael Mann Tür: Action,Crime,Drama,History,Thriller Ülke: USA Dil: English Süre: 140 dk IMDB: http://www.imdb.com/title/tt1152836/
1929 dünya ekonomik bunalımı ya da büyük buhran olarak adlandırılan ABD kaynaklı, ekonomik çöküşten nemalanan ve ‘ortada kriz varsa bunun tek nedeni bankalardır’. Prensibiyle harekete geçen, önüne gelen bankayı soyan John Dillinger biyografisini konu edinen bir Michael Mann filmi.. Keza bir çok şahane filmde mükemmel oyunculuk sergileyen johnny Deep ve Christian Bale bu filmde görünce ,filme hemen ulaşmak istiyorsunuz..Zaten yönetmen de sinemaseverlerin bu zaaflarından yararlanıp hem johnny Deep hem de Christian Bale’yi harcamıştır bana göre..
Tam besmele çekip filme başlıyorken , aniden J. Deep’in kaçış sahnelerini görüyorsunuz..Daha ilk dakikadan aksiyon diye sevinirken ,Film boyunca anlamsız-birbirinden kopuk mesajalar, j. Dilinger’den uzak efsaneler, bankayı soy- çık dışarı gibi yüzeysel anlatış,Tüm sinemaseverlerin ‘j. Dillinger’ herkes tarafından biliniyor varsayımı üzerine geçen, dönemin muhteşem arabaları ve beylik tabancalı, jöleli ,takım elbiseli insanlar, Cristian Bale ‘nin çırpınışı gibi işkence dolu dakikalarla filmin bir sona varmasını diliyorsunuz…Final bile hafif bir etki yaratmakta..
Tüm bunların içinde , bir aşk hikayesinin doğması ve yönetmenin ;
Kadın, para, silah gibi 3 şeyin tehlikelerle dolu olduğunu..Bunlardan uzak durun gibi tuhaf mesaj barındırması da cabası..
Film kedi-fare üzerine kurulu , dönemin oyuncularından yararlanılmış ,hiçbir mesaj güdemeyen , basite indirgenmiş açılış- finalle kalıyor..
Halbuki ‘her kahraman masum değildir.’ ‘ kötü kahraman da vardır’ mesajı hakim olabilirdi. Şayet b u yılki filmler gangster filmleri ise, eski filmlerden(Baba serisi, yarılı yüz, bir zamanlar America )tat almayan bakın deriz..

Kadın Özgürleşirse Erkek Özgürleşir

bu sözü kürt siyasetini takip edenler biliyordur öyle ya da böyle. bir şekilde kulağınıza çalınmıştır. acaba gerçekten böyle midir? erkek özgür değil mi zaten diye düşünenler de olabilir bu noktada..ben de biraz bu düşüncelerimi açıklamak niyetindeyim doğrusu. nedir ne değildir? aslı astarı var mıdır? altyapısı var mıdır? yoksa sadece sloganik bir düzeyi mi vardır bu önermenin.
tersten bir okumayla başlayalım. tersten okunduğunda erkeğin özgürleşmesinin yolunun ancak ve ancak kadının özgürlüğünden geçtiğini öne süren önermedir. doğru mudur? bana göre doğru bir önermedir.
eğer kadının tutsaklığından aşırıp kendi köleliğini özgürlük olarak algılıyorsa erkek, bir bilinc yanılsamasından öte gidemeyecektir. ilerici bir bilinç düzeyine sahip olduğunu belirten birey şunu bilmelidir ki; toplumun -özellikle kapitalist toplumun- koyduğu kurallar özgürlük değildir. tamamen kapitalizmin nimetlerinden yararlanmadır. bu yararlanmada erkek devlet aygıtına kendi özgürlüğünden tavizler vererek, hatta devletin kölesi durumuna gelerek sadece kadın üzerinde egemenlik kurmaktadır. sosyalist bir tavırla ele alındığında eğer birey, üretim ilişkilerinin optimal dağıldığı ve artı değer unsurunun yaşanmadığı bir toplum hayal ediyorsa, o zaman bu önermeyi sonuna kadar savunmalıdır. çünkü sosyalist -hatta daha ileri giderek komunist- bir toplumda artı değer söz konusu olmayacak ve egemen olan erkeğin tahakküm aracı olan artı değer kadını köleleştirmeyecektir(teorik olarak). ayrıca burjuva düşünce yapısının hakim olduğu bir düzende erkeğin salt kadına karşı baskısının özgürlük olabileceğini belirtmek de neyin nesidir ki? madem burjuva bir yaşam tarzı erkeği özgürlestiriyorsa erkeğin sosyalizm mücadelesi neyin nesidir ki?
tabii bunu salt kapitalist perspektiften değerlendirmek bakış açımızı daraltabilir. çünkü mevcut durum salt sınıfsal perspektiften, özellikle de kapitalizmin etkileri ile üstesinden gelinemeyecek durumdur. çünkü kadının toplumun alt katmanlarına itilmesi kapitalist toplumla birlikte başlayan bir süreç değildir. aksine sınıflı topluma geçişle -özellikle köleci toplumla birlikte- başlar, feodalizmde kendini en ağır biçimde hissettirir. kadının öyle veya böyle hiç bir şekilde konuşması, söz, yetki, karar mekanizmalarının hiç bir aşamasında yer alamayışı kapitalist toplum öncesinde de vardır ne yazık ki. hatta kadın perspektifinden bakıldığında kapitalizm kendisinden önceki döneme göre kadının konumunu görece ileri taşımıştır diyebiliriz. dolayısı ile bu sorunu salt kapitalist topluma indirgemek resmin tamamını görmekten uzaktır..binlerce yıllık bir sorundur..devlet olgusunun varlığından itibaren var olduğunu söylemek abartı durmayacaktır. çünkü nihayetinde dış alemde erkek ve kadın devlet zorunu görürken iktidar güdüsüyle yaşamak öğretilen bir erkek bu iktidarının zedelenmesi dolayısı ile devletten gördüğü şiddeti evde kadına yansıtmaktadır.
işte bu noktada bir zor ve baskı aracı olan, erkin ve iktidarın temsili olan devlet aygıtı tarafından esir alınan erkeğin, kadının özgürleşmesinde vereceği mücadele kendisinin de özgürlüğünün yolunu açabilecek bir adım olarak görülebilir.

Ünlü isimler Kürt Açılımı hakkında konuştu!!

Usain Bolt: 100 metrede dünya rekorunu 9.58 ile kırdım.Bu alanda ben ne isem siyasette de Erdoğan odur,hatta daha iyisidir.Siyasi kararlarını/ görüşlerini bu kadar hızlı değiştiren bir adam daha görülmemiştir.Duyduğuma göre Kürt açılımı yapıyormuş.Yeni dünya rekorları yolda demektir.Benden demesi..Jamaika’nın bozkırlarından selamlar..
General Yaşar Büyükanıt: Kürtleri tanırım iyi çocuklardır..Çabuk açılıp saçılırlar
Süleyman Demirel: Ne yani..Kürtlere açılım yapmayıp yatırım mı yapsaydık? Pehh pehh
Devlet Bahçeli: Ğöööö…bbööğğğ…weeğğğğ…ğuğuğuğu…küüğğrrttt…
Barack Obama: New York is Norşin.. Kürds ar veri nays pipil.Açilim is veri veri gud..açildikça biutfullşan tad..
Osman Baydemir: Bu açılım tüm Türkiye’ye barış getirecektir.Buradan tüm samimiyetimle başbakana sesleniyorum..Kürtler kaledir,onlara açılım yapmak zor iştir.Altından kalkamazsan ananı da alıp buradan gidebilirsin..
Rahmetli Maykil Ceksin: Benim beyaz olma olasılığım ne ise,Devlet ve AKP’nin de Kürtlere haklarını verme olasılığı o kadardır..Mahşerden sevgilerimle!
Yaşar Nuri Öztürk: Bakara süresinde de der ki “wel inne el kufr-i kurdi açilim” ..yani her kim ki şeytanın çocuklarına açılım yaparsa,cehenemde kazıklara gelecektir…
Hülya Avşar: Şayet söz konusu sanat ise, ayy işte Kürtler ise bende soyunup bir güzel açılmaya hazırım.
Bülent Arınç: Kürtler ne de çok nankör yaw!! Makarna açılımı yaptık,kömür açılımı yaptık,Beyaz eşya açılımı yaptık..Küçük çocuklara hapishanelerde ısınmaları için kapılarımızı sonuna kadar açtık..daha ne istiyorlar? donumuz da mı açsak!!??
Beşir Atalay: Herkes merak ediyor benim görüşmelerde ne yaptığımı.İlk defa bijwen.com’a açıklıyorum.Açılım adı altında sabah kahvaltılarını beleşe getirdim.Her gün bir yerde sohbet edip çay içiyoruz.Etnik kimlik falan diyoruz arada.Hoş oluyor..
Ertuğrul Özkök: Sabah kalktım.Sakince kahvaltımı yaptım,gazetelerde “kürt açılımını” görünce kahve beynime vurdu.Bu açılımı asıl ben yaptım.Buna Özkök açılımı denmesi gerekiyordu.Aradım hemen paşayı,sakin ol dedi.Senin açılımındır bu merak etme dedi.Rahatladım.Tuvalete gittim..
Tayyip Erdoğan: Kürt açılımı bizim için bir araçtır.İstediğimiz yerde biner istediğimiz yerde ineriz.Gani Rüzgar Şavata’da bizim değerimizdir,Sevda Demirel de..
Nietzsche: Kürt Açılımı işkenceyi uzatır..
Shakespeare: Açılmak yada açılmamak..İşte mesele bu değil ha..Hiç değil..
Cemil Çiçek: Ne mutlu bu türkün açılımıdır diyenlere..
Xalê Ebdirrehman: Biz Kürt açılımı istemiyoruz.Kürdün acılarının bedelini istiyoruz..Kürdün açılan yüreğinin özrünü istiyoruz..

Atkı'sı

Soğuk mu soğuktu o zaman.Atkı’sını boynuna öyle bir dolamıştı ki darağacından yeni bir yaşama gidecek mahkumun boynundaki idam ipi gibiydi.oysa o farkında değildi ölümün bu kadar kolay bir şey olduğunun.onun için altı üstü bir ”atkı” idi ve onu ısıtıyordu.yeni bir yaşama değil yaşadığı yaşama bağlıyordu o Atkı..-keşke,demişti-ben de bir kış sabahı değil de yaz sabahı o atkı’yı boynuma dolasaydım.-keşke,demişti-ben de bir kuş gibi uçup yeni yaşamların kapısını o atkı ile açsaydım.ama keşkeleri gerçekleşmiyordu.çünkü korkuyordu ya da korkmak istemediği için korkuyordu.ama tarifi imkansız bir korku vardı içinden.bir ara aklından;-korkuyorum ,evet.inkar etmek bile istemiyorum.ama korkmasaydım korkumu nasıl yenerdim,diye geçti.yalnızdı o zamanlar.buğulu ve taş gibi kesilmiş gözlerinde bir ışıltı vardı.atkı’sı vardı.onu koruyan koruduğunu sandığı..buraya kadar mıydı?daha yaşayacağı çok şey vardı.o yaz sabahı boynunda atkısı ve özgürlük düşü ile ölmek istiyordu.o ölümü bu şekilde hiç mi hiç hakketmemişti.onun için bu ölüm hayata boyun eğip gitmekti.belki o ölmek bile istemiyordu .ama ölecekse de bu şekilde değil,korkutarak ölmek istiyordu.atkı’sı boynunda saatlerce dar ağacında ölmesini bekleyenlerin ölümünü görmek istiyordu.o darağacında ölmezdi.yeni bir yaşama kanat açardı.ama hayat ona bu şansı tanımadı.o sokağın tenha ve soğuk köşesinde sessizce uçmaya hazırlanmıştı bile boynunda atkı’sı ile…

Toplum ve Kuram

özellikle türkiye’de sosyal bilimler alanında kürt sorununun ve kürt toplumunun gözardı edilmesinden dolayı çeşitli üniversitelerde yer alan kürt öğrenci ve akademisyenlerin öncülük ettiği bu kitap serisinin ilk sayısı mayıs ayı itibariyle çıkmış. dayanamadım hemen sipariş verdim..taa istanbullardan geldi..incelemelerim sonucunda inanılmaz nitelikli bir çalışma olduğunu söylemem mümkün. bilimsel yazım kurallarına uygun, yorumdan ziyade bilgi ağırlıklı ve kaynakçalı çalışmalardan oluşmuş, bilgi ve belgeye dayalı bir kürt toplumu literatürü oluşturma çabası hakim..
kitap toplum ve kuram başlığı ve lêkolîn u xebatên kurdî(kürt araştırma ve incelemeleri) alt başlığıyla çıkmıştır. kitabın çıkış nedeni tamamen sosyal bilimler alanında ve akademia’da kürtler’in sosyolojik, ekonomik- demografik, antropolojik özelliklerinin yani anlayacağınız kürt ve kürde özgü toplumsal konuların gözardı edildiği veya bir yalan üretiminin sürekli tekrarlandığı için böyle bir çalışma yapmak olduğu söylenmektedir.
ilk kitap serilerinin konusu genel nitelikte denebilecek düzeydedir:kürt toplumunda değişim dinamikleri ve sınıflar
kitabın içindeki çalışmalara baktığımızda tarihsel, ekonomik, jeo-uzamsal çalışmaların yanı sıra akademia’daki kürt sorunu ile ilgilenen ingiltere’deki üniversitelerde hocalık yapmış sonrasında university of kurdistan hawler’in kuruculuğunu yapmış şu anda ise boğaziçi üniversitesi’nde ders veren iranlı kürt akademisyen abbas vali ve kürt sorunu konusunda akademianın ve sosyoloji biliminin en çok bedel ödeyeni, gözükara saçı sarı çorumlusu ismail beşikçinin ropörtaj ve yazıları var.
diğer çalışma başlıklarına bakacak olursak;
“türkiye’de ulus devlet oluşumu, kürt direnişi ve dönüşüm dinamikleri”(harun ercan)
“demografik açmazdan demokratik açmaza: türkiye’nin kürt meselesi”(nilay özok)
“türkiye kürdistanı’nda kontrgerilla stratejisi olarak çevre tahribatı”(joost jongerden ve diğ.) bu çalışma tunceli özelinde pkk’nin çıktığı yıldan 90′lar boyunca türk ordusunun bir strateji olarak yarattığı doğa tahribatına odaklanan bir çalışma. çok ilgi çekici bir çalışma..özellikle harita üzerinde yıllar süresince nasıl bir değişim olduğu, tablolar aracılığıyla bu tahribatın niceliksel değerlerini de ortaya koyması açısından ilgi çekici.
barış annelerine odaklanan bir çalışma ” annelik ve politika: barış anneleri’nin öğrettikleri” (gözde orhan)
80 sonrası doğudan batıya göçlere odaklanan bir çalışma ve bunun sonuçlarını anket verileriyle açıklamaya çalışan bir çalışma; “türkiye’de 1980′li ve 1990′lı yıllarda yaşanan zorunlu göç ve toplumsal sonuçları”(betül altıntaş)
sosyo ekonomik ve güncel bir çalışma var yine bu kitapta..özellikle 80 sonrası ortaya çıkan liberal politikalar ve zorunlu göçle birlikte tuzla tersaneler bölgesi ve kürtlerin proterleşme sürecine odaklanan bir çalışma; “türkiye’de neoliberalizm, kürt meselesi ve tuzla tersaneler bölgesi”(tuzla araştırma grubu)
“abbas vali ile akademi üzerine”(ropörtaj)
“türkiye’de sosyal bilimler mümkün müdür?”(ismail beşikçi)
kürtler üzerinde uygulanan iskan hareketlerinin tarihsel kökenlerine inen bir çalışma. özellikle ittihat ve terakki döneminin başlangıcında 1. paylaşım savaşında yapılan kimi iskan çalışmaları ve uygulamalarına belgeler ışığında odaklanmış;
“20. yüzyıl kürt göç hareketlerinde birinci dalga: kürtlerin yeniden iskanı ve kürt mülteciler meselesi”(namık kemal dinç)
kürt tarih yazımı üzerine bir çalışma;
“erken dönem etno-politikası: şerefhan’ın şerefname’si ve kürt beyleri” (djene bejalan)
diğer çalışmalar
derviş aydın akkoç tarafından yazılmış “siyasal iktidar kapsamında ‘edebiyat ve ulusal alıntılar’: genesis
çeşitli kitap eleştirileri de kitabın son bölümünde yer almaktadır.
özellikle kürt sorunu, kürt toplumu ile ilgilenenlerin hemen edinmesi gereken ve yakından takip etmeleri gerektiğini düşünüyorum.
sloganla bitirelim:)
oku, okut, abone ol abone bul:))

Ahmedê Xanî ile Röportaj -Tarihte bir ilk !

Sevgili Ahmedê Xanî, ruhuna şad dileklerimi ileterekten sorularıma başlamak istiyorum.Siz 300 yıl önce yeniden bir dili var etme çabalarına girdiniz ve bir edebiyatı da kendi eserlerinle duyurdunuz.Fakat şuan 2009 ve insanlar halen diyebiliyorlar ki; Kürt dili yok,hele dili olmayanın edebiyatı nasıl olabiliyor?
Bunları duymak sizi üzüyor mu? Ne diyorsunuz bu konuda?
-Ahmaklık.. Cehalet !! Başka ne diyebilirim ki? Bizden sonra bir şeyler,edebi anlamda, geriledi.Dönemleri karşılaştırmak istemem ama durum biraz böyle.Aslına bakarsanız bu tür şeyler hep vardır.Benim dönemde de vardı.Bir taraftan İran’daki krallıklar diğer taraftan Osmanlı İmparatorluğu ve arada sıkışıp kalan bir millet:Kürtler.
Sonra ne oldu peki? Oyunlarla,zorbalıklarla ve Rom siyaseti ile Kasr-ı Şirin Antlaşmasında Kürtleri arada ezdiler,yok ettiler.O zamanda bir dil ve edebiyat dedikse de boşa çıktı! İşte sırf bu yüzden benim eserim Kürtçe ile yazıldı.Benim bir dilim var ise ben onunla neden yazmıyorum?Çoğu Kürt kökenli yazar da bunu önemsemedi. Feqiyê Teyran,Melayê Cizirê,Batê,Murad Xan ve diğer arkadaşlarla çok üzüldük bu duruma.Melayê Batê bu trajedinin üzerine her yıl bir mevlüt okur.
Anlayacağınız biz yukarda bulutlar arasında aşağıda olup bitenlere bakmıyor değiliz.Kulağımız,gözümüz sizde.
Cumhuriyet döneminde ivme kazanan Kürt edebiyatının belini “sürgün”ler kırdı.Gerçi sürgün yeni bir doğuşa da sebep olmadı değil.Ama insanın kendi vatanındaki üretimi ile başka topraklardaki üretimi aynı değildir.İnsan her yerde aynı düşünemez.Sevgili Hegel’de böyle söylerdi.
Uzun yıllar üretim yapılmadı ve buda beyinsel unutkanlık bir tarafa bellek şokuna neden oldu.Benim eser bile 1930’lu yıllarda yayınlandı.Alexander Jaba geçenlerde yanıma gelip bol bol ağladı.Senin eserler nasıl olurda bu kadar geç hizmete girer diye.Bir şey diyemedim.
Günümüze dönecek olursam.Kürt dili ve edebiyatı yoktur diyenlere cevap vermeyi bile uygun bulmuyorum.Yani böyle bir körlüğün tedavisi nedir ki? Nerededir? Gazi Yaşargil gelse bile işin içinden çıkamaz..
Böyle adamlar bilginin aklı özgürleştirdiği gerçeğini red ederler.Dolayısıyla erdemli değillerdir.Mevlana’ya bile gitseler,büyük ihtimal kovulurlar.
Sevdiğim bir söz vardır,der ki; “ker ku de here jî ker e”. Yani işin özür biraz da bu.
Peki son aşamada Kürt edebiyatının geldiği yeri nasıl buluyorsunuz?
Açıkçası Kürt edebiyatını dönemsel olarak algılayıp net bir şey söylemek çok zor bir durum.Çünkü bir edebi eser sadece yazar ve onun ruh hali değil aynı zamanda yaşadığı çevre,geçmişi,içinde bulunduğu dönemin kesitsel özelliği,değişen dünya vb. bir çok şeyden etkilenir;hatta coğrafya ve ikliminde etkisi de vardır bunda.Bu açıdan baktığımızda Kürt edebiyatı diğer edebiyatlardan ayrılıyor bence.Sömürge ve buhran bulutları arasında akıllara ziyan engeller arasında mücadele eden bir edebiyattan bahsediyoruz.Kürt edebiyatı bundan dolayıdır ki inişli çıkışlı olmuştur.Bizim dönemde iyi idi.1910-1940 yılları arasında da toplu gelişmeler ve çabalar var.90’lı yıllarda yükselen ama 2000’li yıllarda tekrar düşüşe geçen ve 2009 itibari ile tekrar yoğunluk kazanan bir edebiyat görüyorum.Jan Dost ve H.Mem ben ve benim edebiyat üzerine baya kafa yordular.Pek çok şey elde ettiklerini söyleyebilirim,kendilerine bu röportaj vesilesiyle de teşekkür ediyorum.Yine hatırladığım kadarı ile 2008’de , 100’e yakın Kürtçe dili ile yazılan eser yazıldı.Bu çok güzel bir gelişme.Yalnız korkum var;buda Kürt gençlerinin geleceği ile ilgili..
Bunu biraz daha açabilir misiniz ?
Ve sizce günümüz kürt gençliği nasıl olmalı,duruşu konusunda bizi aydınlatabilir misiniz?
Asırlar evvel dedim ki “Her kes mimarê dîwarê xwe ye”. Şimdi baktığımda genel olarak karşımda sadece taşlardan yığılma bir duvar gençliği var.Eline çekici alıp kendine mimarlık eden kendini yontan çok az var.Çok üzülüyorum.Yakında bu duruma da bir mevlüt okutacaz,fatihasını es geçmeyeceğiz.
Uzağa gitmeden kendimden örnek vereyim size.Kalkıp gidin Doğubeyazıt’a.Orada türbem duruyor.Acep biliyorlar mı benim o türbede kemiklerimin sızladığını?
Bazen türbeden içerde konuşulanları dinliyorum.Ve beni asıl öldüren bu duyduklarımdır.İnsanlar bana Xanî demiyor “Hani” diyor. Birde türbede benim yaşam ve eserlerimle ilgili asılan bilgi kısmında yanlış şeyler var.Bir kere orada Kürt olduğumdan bahsedilmiyor.Yaw bir insaflı yok mu müdahale etsin.Söz bu tarafta Mem û Zîn eserimi imzalayıp vereceğim.Edebi kişiliğimin ve Kürt edebi tarihindeki rolümden olması gerektiği gibi bahsedilmiyor.Ayrıca ricamdır insanlar beni bahane edip buraya pikniğe gelmesin.
Diğer bir mesele yine duyuyorum hep gelen genç arkadaşlardan Kürtçe katliamını. Kürtçe ölmüş.Senin bu röportajı benle Türkçe yapman bile utanç verici bir durumdur.Utanmıyorsun değil mi?
..
Sinirlendim bak.Oysa sakin biriyimdir.Medrese eğitimimde öfke kontrolü eğitimi de almıştım.
Haklısınız Mamoste,bu konuda ne söyleseniz kabulumdur.
Yok bide olmasın! Tövbe tövbe..Ben gençlik meselesine döneyim izninizle.
Şimdi biliyorsunuz Kürt gençliğinin sosyolojisi de biraz farklıdır.Dolayısıyla felsefesi ve psikolojisi de.Eğitim sorunumuz var.Eğitimin çok önemli olduğunu her seferinde dedim ve bunu Nûbîhara Biçûkan adlı eserim de dile getirdim.Bir Kürt bireyi,özellikle genci,tarihini,kültürünü,edebiyatını,doğasını ve yöresini bilmeli.Köleliği red edebilmeli,özgür irade yolunda doğruları kendine arkadaş edinmelidir.
Ee şimdi bakıyorum.Pek çoğu tarihinden bihaber,kültürünün köklerine ulaşmak yerine sadece elinde var olan ile yetiniyor.Benim en mühim eser için bile,soru soranlara “bir aşk destanı” diyen bir gençlik istemiyorum. 13 maddelik eğitim manifestomu kim için yazdım? Neden okumuyorlar..?
İlla ilgilerini çekmek için adımı Amerikan’ca mı yapayım.Kalkıp Jose Antonyo Hose Ahmedê Xanî diye tanıtsam kendimi eminim daha çok tanırlar ve okurlar beni.Vayyy be Meksikalı’ya bak deyip bunu da genel kültürden sayarlar.
Kürt gençleri kendi tarihlerinin ve zenginliklerinin farkında değil.Batı felsefesini anlamak için Réne Descartes’e bakacağına ilk başta bana baksana.Yakın dönemde yaşadığım Hegel’den habersiz onun öğretilerini uygulamışım,oda benim mantıktan gitmiş.Olay şu; ben diyorum ki Kürt gençlerinin bir tezi olmalı ve bu teze karşılık bir antitez bulmalı.Sonra bu ikisinden bir sentez yapmalı.Bu çıkan sentezi de yeni teze dönüştürebilmeli.
Gel gör ki; gençlerimizde tez yok,antitez hele hiç yok,ne gariptir ki sentezleri dillere destan,artık bu gezegene sığmıyor Jupitere taştı.Siz yeter ki isteyin iki dakika da size itina ile yüzlerce sentez sunar.
Ayıp çok ayıp!
Tek taraflı düşünen bir gençlik istemiyorum,Her şeyin özünün,hareket sebebinin çelişmelerden ibaret olduğunu iyi bilmeliler.
Kürtlüğün paradigmasını ve diyalektiğini iyi bilmeliler.Kürtlerde paradigma yok! Delinmiş,taciz edilip ortalığa atılmış.Sahipsiz yani,sahipsiz olunca da başkaları sahip olur ona ve büyütüp size dayatır kısa süre sonra.Bu kabul edilebilir bir şey mi?
Bir Kürt genci kendisi ve ailesi neden özgür değil,yada ülkem neden özgür değil diye sorduğunda ilk başta şunu bilmeli: Özgürlük biraz da akıl işidir.Bilime ve akla yatırım yapılmalıdır.Cehaleti başka türlü öldüremezsiniz.Bir insan özgürleştikçe geriliğin,törenin ve dinin bağnazlıklarından kurtulabilir.Bilginin aklı özgürleştirdiği bilinmelidir,erdemli biri olmanın yolu da buradan geçiyor.Aksi takdirde “Tırşık Gençliği” oluşur.
Kürtlüğü slogan zan eden bir nesil türüyor.Buralarda taş yok ki kafamı vurayım.Slogan atmanın da bir manası vardır.Cahilce atılan slogan tehlikelidir,aynı cahilce siyaset yapmak gibi.Kökünü sağlam döşemeden iş yapmayacaksın.Üniversitelerde ki Kürt gençliği bu hataya hep düşüyor.Tasarı-teori-pratik üçgeninde düşünmüyorlar.
Hocam değerli görüşleriniz için çok teşekkür ederim.Çok saolun.
Rica ederim evladım.Herkesleri selamlıyorum.Başarılar diliyor ve hayatlarını Kürtçe yaşamaları için dua ediyorum.
Bu arada son bir şey söylemek istiyorum.Tarihi bir hatayı size aktarmak istiyorum ve yetkililerin bir şekilde bunu düzeltmesini talep ediyorum.
Bildiğiniz gibi; Ben Kürt edebiyatı için ne isem,İngiliz edebiyatı için de William Shakespeare aynı şeydir, daha fazlasıdır.Bu adam var ya! Bana çok büyük bir yanlış yapmıştır.Sırf üzülmesin diye de gidip yüzüne söylemedim.Küçüğümdür,onu üzmek bana yakışmaz.
Kısaca derdimi anlatacak olursam;
En ünlü ve tarihe geçmiş sözlerinden biri de “to be or not to be” dir. Yani Türkçe meali ile “olmak yada olmamak”. Hamlet efendi okuyor bunu.
Peki bu sözün gerçekte bana ait olduğunu söylesem ne dersiniz? Lütfen şaşırmayın.Evet bu söz bana ait.Shakespeare bir kürt coğrafyası gezgininden duymuş.O gezgin benimle konuşmuştu,ona da bir röportaj vermiştim ve bana bu yıl sizi Nobel adayı göstereceklermiş.Kazandığınız ödülü Türk Hava Yollarına bağışlar mısınız? Diye bir soru sordu..
Bende ona kızıp:
-tobe tobe
demiştim.Yani “tövbe”nin argosunu söylemiştim. Shakespeare’de okumuş röportajı ve son olarak söylediğim bu söz çok hoşuna gitmiş olacak ki alıp parçalamış kelimeyi.Tobe “to be” olmuş böylece.İkisini de birbirine or bağlacı ile bağlamış,anlaşılmasın diye.Ve ortaya “to be or not to be çıkmış” .
Beni anladınız değil mi? Lütfen bu söylediğimi dikkate alın.İşin aslı budur.
**
Ben müsaadenizi isteyeceğim..Evdalê Zeynikê beni bekliyor.Dama oynayacağız onunla.Kalın sağlıcakla.Tekrardan selamlarımı yolluyorum tüm Kürt halkına..

Seyda Cegerxwîn

Kürtlerin puslu ve karartılmaya çalışılmış tarihinde bir ışık, bir gerçek aydınlatıcısıdır.Şiirleriyle, şiarlarıyla, eylemleri ile günümüze ışık tutmuş, sonsuza kadar bağlı olduğu halkına moral ve cesaret aşılamış bir güzel insandır seyda cegerxwîn… 1903 yılında Batmanın Gercüş ilçesi Hesar köyünde doğmuştur. Gerçek adı Şêxmus Hesen olmasına karşın mahlası olan Cegerxwîn olarak anılan büyük şairdir. Kürtler arasında çoğu zaman seyda cegerxwin olarak adlandırılır. Benim Hayatım adlı otobiyografisinde yaşamını daha detaylı okuyabilirsiniz. Kendi hayatını anlatırken o dönemlerde yaşanan Ermeni Soykırımı, Şex Seyid İsyanı, 1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı, Büyük Ağrı İsyanı, Küçük Ağrı isyanı ile ilgili belge niteliğinde bilgiler vermektedir.
Kendisine neden seyda dendiği ile ilgili ise şu söylenebilir. Seyda sözü medreseye dayalı dini eğitim sisteminde bir makamdır. Şeyh’likten evvelki makamdır. Bu makamdan öncekiler ise feqi(öğrenci) ve melle(imam)’dir. Seyda Cegerxwîn bu medrese eğitiminde yer alan bütün kitapları okumuş, cemaate namaz kıldırmış bulunduğu toplum içerisinde dini saygınlığı olan birisi olmasına karşın daha sonra komünist düşüncelere meyletmiş ve islam ile arasını açarak ateizmi tercih etmiştir.
Yaşamının büyük bir bölümünü kürtlerin özgür bir vatana sahip olması için harcamış, neredeyse tüm şiirlerini bu minvalde yazmış, Xoybun ve Civankurd derneklerinde yöneticilik yapmış, Hawar dergisinde yazıları ve şiirleri yayınlanmıştır.
Hayat hikayem adlı kitapta şunu söylemiştir:
“şimdiye kadar sadece büyük ve ünlü insanların hayatları yazıldı. oysa benim düşünceme göre, bu büyük iş, tarihlerini yazma işi, aydına, düşünüre, yurtsevere ve insansevere düşmektedir. böylece biz hem halka, hem de insanlığa kutsal ve yerinde bir hizmette bulunmuş olacağız”
2003 yılı seyda cegerxwîn’in doğumunun 100. yılı olduğu için kürtler arasında “cegerxwin yılı” olarak çeşitli etkinliklerle anılmıştır.
O kadar şairliğinden dem vurduk bir şiirini yazmak icap eder sanırım.
Gulfiroş
ez ji xew rabûm, gulfiroşek dî,pir gelek şa bûm, gul bi dil didî.gul bi dil didî.
hebû me yek dil, tev jan û kul bû,ne bûme bawer, gul bi dil bidî.gul bi dil bidî.
bazar me kir go, ser bi ser nadim,gulperest bî, can û dil didî.can û dil didî.
min go kî didî, can û dil bi gul,go; ev bazar e, dil bi kul didî.dil bi kul didî.
min can û dil dan, dil kiriye qêrîn,go ho cegerxwîn, dil bi gul didî.dil bi gul didî.
Not: Seyda’nın ateist olup olmadığına dair tartışmalara ışık tutması açısından otobiyografisinin girişindeki şu alıntıyı yazmak gerekiyor sanırım.
Din: doğrusunu söylemek gerekirse, dimi temsil eden cahil şeyh ve meleler milletimizin düşmanıydılar. ulusal harekete karşı mızrak işlevi görüyorlardı ve bu mızrağı kırmak zor kullanmayı gerektiriyordu. özcesi din, biz Kürtlere çok zarar verdi.
“Din: doğrusunu söylemek gerekirse, dimi temsil eden cahil şeyh ve meleler milletimizin düşmanıydılar. ulusal harekete karşı mızrak işlevi görüyorlardı ve bu mızrağı kırmak zor kullanmayı gerektiriyordu. özcesi din, biz Kürtlere çok zarar verdi.
dini düşman olarak hedefe koymak gibi bir gayem yok. Ancak dinin nasıl ortaya çıktığını bilmek zorundayız. nasıl doğdu? ne işlev görüyor? din, neden kürdün karnını deşmek için bir hançer olarak kullanılıyor? neden milleti geri bıraktırıyor, sömürü aracı oluyor, insanın düşüncesini kirletiyor, insanlar arasındaki düşmanlığı körüklüyor?
kötülüğe, soyguna, hırsızlığa haydutluğa karşı ruhsal arınma sağlasın diye gelen bu din şimdi haydutluk, hırsızlık, ikilik aracı olmuş, ulusumuza düşman olarak kullanılıyor.”
burada kendisi ateistim demiyorsa bile dinin bir suni yaratım olduğu çıkarımını yaptırabilecek sözler sarfediyor. buradan da dine inanmadığı fikrine ulaşıyorum şahsım adına. ama değerlendirmeler farklılaşabilir.

Akdamar Adası

Daha çok ermeni soykırımı kapsamında ele alınan akdamar adası van’ın gevaş ilçesinden görülebilen hikayesi kız kalesi, kız kulesi gibi denizde olan kuleler gibi klişe ama yine de güzel bir adadır. Bu adada bir de manastır vardır…Hatırlarsanız ermeni soykırım’ının 90, yıldönümünde restore edilerek açılmıştı. Bu adanı adını nasıl aldığı ile ilgili birçok farklı hikaye anlatılmakla birlikte gevaş sakinlerinin genelde inandığı hikaye şu şekildedir:
Hikaye şöyle ki…
Vakti zamanında o yörenin kralının dünyalar güzeli Tamara adlı bir kızı varmış.. Kızını o kadar sever ki herkesten gizlermiş…Bu arada bir babayiğit ile Tamara adlı prenses birbirlerini görür ve aşık olurlar birbirlerine….
Kral bunları ayırmak için çözüm ararken aklına adaya bir şato yaptırıp kızını da oraya yerleştirmek gelmiş… Nihayetinde de yapmış… Ama tamara ile bu genç delikanlının aşkları bitmemiş… Yine buluşmaya devam etmişler…
Akşam tamara uygun olduğunda bir mum ya da kandil yakıp onun ışığıyla sevgilisine işaret edermiş.. Sevgilisi de iyi bir yüzücü olduğu için hemen göle girer sevgilisine doğru kulaç atarmış… Sonunda kral bu durumun farkına varmış ve delikanlıya bir oyun oynamış…
Yine bir akşam, fırtına, yağmur, sel çok fenadır.. kral adadadır ve akşam olduğunda yine bir işaret mumu yakar.. Bunu gören delikanlı tamara’sının başına bir iş geldiğini düşünerek yağmur da olsa fırtına da olsa göle girer ve sevgilisine gider.. Ama yolda fırtına adamı rahat bırakmaz.. Dalgalar o kadar yükselmiştir ve hırçınlaşmıştırki genci bir oraya bir buraya vurur da vurur, vurur da vurur… Nihayetinde adaya kadar yaklaşır lakin adanın etrafı hep kayalıktır.. Dalgalar bu genci her bir kayaya çarpışında gençten “ahh tamaraaaaa, Ahh tamaraaaa” sesleri yükselirmiş.. İşte bu ada ismini böyle bir hikayeden almıştır… ah tamara olmuş sana akdamar.

Mîrkût

Mirkût belki daha önceden de öyle ya da böyle kulağımıza çalınmış bir sözcüktü ama özellikle kardeş türküler ve şivan perwer’in birlikte yaptıkları “roj û heyv” albümüyle daha bir aşina olduk. bildiğiniz ya da şu anda öğrendiğiniz üzere mirkut tahıl dövülen yer demektir. tabii kürtlerde tahıl dövme olayı öyle sıradan bir eylem gibi yapılmaz. iş birliği içerisinde imece usulunun en güzel örneklerinden birisidir. bu aletin etrafında yuvarlak oluşacak şekilde köyün erkekleri toplanır ve her birinin elinde ‘dox’ denilen dövme aleti vardır. sırayla döverler… birisi dox’u kaldırıp indirdiğinde diğeri vurup kaldırır.. bu böyle sırayla gider..bazen öyle coşulur ki şenlik havasında yapılır ve stranlar coşkulu stranlarla bu iş daha keyifli eğlenceli hale gelir…hatta kardes turkuler’in ve sivan perwer’in bu olgu ile ilgili söyledikleri mirkut adlı anonim bir stran vardır.. hatta bunu dinleyenler “hah, hah” seslerini duymuşlardır. işte asıl ritimler onlardır..biri kaldırıp diğeri vururken hah sesi çıkar istem dışı..işte bunlardan melodik bir şeyler çıkar..mirkut bir iş şarkısıdır ve kelime anlamı olarak mirkut tokmak manasına gelir. tokmakla buğday döven insanlar, karşılıklı tokmakları indirirken ortaya bir ritm çıkar. bu ritme ek olarak da tokmağı vuran insanın çıkardığı sesler vardır. işte bu esnada insanlar bu ritmin üstüne şarkı söylerler. mirkut’da böyle ortaya çıkmış bir eserdir. bu tek örnek değildir. kürt müziğinde iş şarkıları ayrı bir alan olarak incelenebilir.
mîrkut bînin vî yalînend û bendan vemalîdoxê bigrin û rakinbila dangoh binalî
him danohim xwarinohim jîyanokesê nekinbê îmanokesê bikinjîn û jano
ay ay ay ay……
hey ne li mal e ne li mal elawik hate pêş mal eber bîna te bêhal eji kerba keçikê dinalexwedê ava bike vê malêkeçikê bike bermalî
danê me yepel kuteyeew xwêdanaeniya me yeaxa naxwexatûn naxweev jî kedadestê me ye
lawno rabin dan lêdan intev lê bidin nan û dan inzar û zêçên me birçî bûnli payîz û zivistan inspas ji xudayê xwe bikindaye me ev nan û dan ebila emrê me wiha neçebê azadî bê îman e
ay ay ay ay….
nanê me yehem kute yenoşîcan beli canê me yeme helal berizqê me yede lê bidindanê me ye

Diyarbakır Zindanı

Çoğunuz bilir bu zindanı. Hep hayalimizdir oranın bir gün yıkılıp yerine o yaşatılan utanç dolu günlere özür mahiyetinde bir anıt yapılması… Çok uzun bir girizgah yapmak sanırım çok anlamlı olmasa gerek bu konuda.. Adı bile nefretimizin, kinimizin kusulması ve yaşananlardan duyulan üzüntü için yeterli bile.
1980 askeri darbesinin zulmünün simgesi zindanır. Dünyanın gelmiş geçmiş en kötü hapishanelerinden 6. lığa layık görülmüş. Bu zindanda diyarbakır diyarbakır olalı ne boyle bir zulüm ne boyle bir işkence ne de böyle bir psikolojik baskı görmüştür. Onlarca insan öldürülmüş, yüzlerce insan sakat bırakılmış, 400′ün üzerinde insan verem hastası olmuştur. Ayrica pkk’nin içeride direnişi dışarıya büyük güç vermiş ve bundan güç alarak silahlı eylemlerine başlamasına neden olmuştur. Bedran Sevgat’la derinlemesine röportaj yöntemiyle yazılmış “Diyarbakır Zindanı I-II” adlı iki ciltlik bir kitabın zindandaki işkencelere odaklanan kitabının cilt I’ini okumuştum yıllar önce.. Günde en fazla 10 sayfası okunabiliyordu. Bu kadar az okumamın sebebi ne yavaş okumam ne de kitap okuma sevgisizliği ile ilgili değildi. Bünye kaldırmıyordu. İşte o zamanlar gerçekten insan olmaktan utanmıştım. Düşünün baba oğul cezaevinde ve birbirileri ile cinsel ilişkiye girmeye zorlanıyor. evet evet bunu ve daha nicesini yaptırıyorlar..
Bu ülkede bunlar yaşandı. Yüzbaşı esat oktay yıldıran ve köpegi “co” ceza evindeki insanlara işkence etmenin baş kahramanlığına soyunmuştur. Bir köpeğe selam vermenin utancı yaşatıldı mahkumlara. Okumak istemedikleri halde her sabah istiklal marşı okumaya zorlandilar, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, saçmalardan seçmeler ihtiva eden Güneş Dil Teorisi vb. bir sürü sey zorla dayatılıyordu.
Bu baskı ve işkenceler karşısında insanlar tepki olarak kendilerini yakmışlardır(dörtler, mazlum doğan). 14 temmuz büyük ölüm orucunda yaşamını yitirenleri de unutmamak gerekiyor.
Kadınların ve erkeklerin cinsel organlarına elektrik vermek.. Kanalizasyon benzeri içi bok dolu yerlere mahkumları atmak.. mahkumların eline 5 milimlik çivi batırmalar, ağza cop sokup diş kırmalar ve daha bir sürü insan olanın bünyesinin hazmedemeyeceği işkenceler…
Haluk Yıldızhan adlı bir mahkumun anlattıklarına kulak verelim:
“Gözaltından gelenleri genel olarak sinema salonuna değil de, o zaman 37 olarak adlandırılan, daha sonra 36 adını alan hücrelere götürürlerdi. Burada, “Banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?” diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi. ”
Ama yok ben daha detaylı oğrenmek istiyorum ve insanlığım da bünyem de kaldirabilir diyorsanizBedran Sevgat’ın “Diyarbakır Zindanı” adlı eserini bulup okumanızı öneririm (yasaklanmamışsa). öte yandan yazarını hatırlamadığım ve dört pkk’linin kendilerini yakmalarını ve mazlum doğan’ın kendini asmasını anlatan “dörtler” kitabı da kısa ve yüzeysel olsa da bu konuda okunabilecek kitaplardan birisidir.
Belki Hasan Cemal “Kürtler” adlı kitabının girişinde Cemil Felatoğlu’nun yaşadığı küçük bir olayı anlatıp geçmiş ama oda çok dokunaklıdır yetersiz olsa da..
Birgün yaşatılan o acıları hafifletecek bir anıtın var olması temennisi ile…