Advertisement 300 X 250

17 Temmuz 2009 Cuma

Kaç kişi bizle beraber olabilir

Gerçeğiyle oturup kalkmalı insan, gerçek sandığı şey için kısır dönerek ya da ona kendinde yeri olmayan bir şey katarak kendinin dışında cebellenmemeli ve çemberselleştirmemeli varlığını.

İyi günde kötü günde diye klasik ve doğru bir başlangıç cümlesi vardır. İyi gün diye vuku ve tanım bulan gerçekliğin alıcısı ne kadar çok ise karşıtı olan kötü günün de bir o kadar karşıtı vardır; dolayısıyla senin kötüne karşıt olan.

Kimse kendi kötüsüne başkasının karşı olmasına sevinemez, ama başkasının kötüsüyle de beraber olmak istemez.

Çabalayan insan figürü eğer çok gerilere gidersek homo habilis çok işlevsel bir yakınımız değilse bile erectus tan sonraki süreçte evrimin bir sonraki basamağı sapiens oldukça iyi bir çaba örneğidir ve ardılları düşünen, düşündüklerini paylaşan, sevişen, hatta seven bir türe önayak olmuşlardır, İyi etmişlerdir. Döngünün parçası olan modern insan ın söylemleri nasıl bir yaşanmışlık ürünüyse biz de gerçekleri analiz etmeye de söylemleri birincil çıkış noktası olarak ele alırsak ne günahkâr ne de saçma bir işe kalkışmış oluruz.

Bir çıkış noktası belirlemek; gireceğin her boşlukta kaybolmama rahatlığını size bağışlar.

Teoride insan ahlak felsefesinde de, sosyolojide de, din öğretilerinde de iyi ve güzel(pragmat-estetik) ya da doğru ve pratik işlev taşıyan yönelimlere itilmiştir. Bunu tersyüz edersek yaratmaktan ziyade yaratılmış yani hazır elde var 1 olan tercihleri daha çok tutmuşlardır. Kendisiyle yüzleşen insan, kendini sorgulayan insan ne kadar ben olabilirimi sorgulamış bu gerçekliklerden sonra ve artık ideal denen arayışa girmiştir. İdeal kelime anlamıyla olması gerekene bakar bu yüzden de idealizm akımı da ahlak felsefesinde kısmen de reel politikte prim verilen şeye ne kadar yaklaştığımızla ilgilenir. Ne kadar yaklaşırsanız ona o kadar iyisiniz der. Bu düşünce kendinizi bırakın bizi dinleyin demekse ne kadar; bizim de o kadar ham ve safiyane yaratıklar olduğumuzun hakkını bize teslim eder.

İdealizmin yapmacılığı/yapma yaratımcılığı insanın mutsuzluğunun olması gerekende olduğu yalanıyla, tam tersine var oluş felsefesi de çözüm getirdiği bilinç-insanının kendi temellerini evirerek kendinden bir ideler bütünü üreterek özünden önce gelen varlığını başa koyarak bensel(kendi-temel gerçeklik/yaratım) kavramına değer verir ve kendinden geleni yani kendi unsurunu ortaya koyarak ispatını herkesin kendi üzerinden yapacağı insan üzeri gerçeklik sunar ve şaşırılmaya ve şaşmaya; yani alıntı ve ödünç başarı veya değerler peşinden gitmeyerek insan olmanın en temel hakkını yine kendine verir, ödüllendirir.

Dışarıdaki birilerinin gözlerini kullanalım şimdi. İçerde olmayan kişi hep olumlanan özelliklere değer verir alışılmışlığın da gösterdiği şekliyle. Sizin veya başkasının neyi eksik diye değil de neyi tam diye işe girişir ve burdan hareketle eksik diye adıllandırdığı perspektifiyle beraber kendini de bir kenara bırakır, çünkü onun için önemli olan sizin ona bağışlayacağınız pragmatizmdir. Faydacı insan 21. yy a damgasını vuran insan modeli olarak nam salmıştır aslında çok ta zıt bir şekilde. Tarihe baktığımızda insanlar ihtiyaçlarını ancak beraber üreterek(avcılık, tahıl üretimi, toplayıcılık vs) karşılayabiliyordu ve beraberlik unsuru istek olarak değil de bir mecburiyet göstergesiydi. Şimdi ise iyileşen şartlara bakarak denilebilir ki artık çoğu şeyde bir insan diğer bir insana ihtiyaç duymuyor(iş bölümünden bağımsız) duygusal ihtiyacın dışında ama nasıl bir şeydir ki duygu itibariyle insanlığın katı ve müsamahasız yani içten pazarlıklı olduğu bir dönemde bu kadar insanı ilişkilerin had safhada olduğu bir çağ sizin için hiç de dostluk, arkadaşlık, akrabalık veya iyilik kavramıyla açıklanabilir? Fayda unsuru, yararlılık yüzdesi gibi kavramlar mı az önce saydığım insani bakış açısı mı bunu açıklayabilir. Ben ilkinin pek de kulağa mantıklı geldiği kanaatinde değilim ya da gerçeğe uzaklığı: en az atlas okyanusunun bize olan uzaklığı kadar görünüyor.

Bize gelen ya da bizim vardığımız insanlara uzun bir deniz yolculuğunun sonunda bir limanda demirlediğinizi düşünün. Limanda konuştuğunuz cümlelerin toplamı ya da deniz yolculuğu hakkındaki fikirleri mutlaka onun gerçeğidir. Birisi diğerinin tamamlayıcısı ise tamlayanı bularak tamlananı da bulabilirsiniz. Limanın son olduğunu mu sorabilir size, deniz yolculuğu bitmiş midir? Bunlar mı ilgilendiriyor onu yoksa deniz yolculuğunun güzelliği ve limanda demirleyerek aslında deniz yolculuğu hakkındaki fikirlerini sizinle paylaşmak mı? İki düşünüş şeklinden birisi mutlaka bize yakın olandır ve yargılarımız bu gibi perspektiflerle şekillenir. Ama asıl önemli şey burada ve belirleyici olan güzel olsun ya da olmasın denizi yaşayıp yaşamadığı ya da liman özlemiyle kendini harap etmesi yani var olana verdiği değeri bir kenara bırakıp olmasını istediği şeye yaklaşma hevesiyle olanı bertaraf edebilme gerçeği ya da yanlışıdır. Göz önünde olandan gözlerini kaçırmak ve gözün görmek istediği şeyi görmeye odaklanması gerçeklerden nasip alamayacak, anı anlamayacak ve öze inemeyecek yanlış bir düşünüştür.

Adanış kendimizizdir. Kendimizi adadığımız şey bizde var olan ve varlığını var olan üzerinden katmanlayarak ilerleyecek olan şeylerdir ve ulaştığımız en son limanda kendimiz varızdır. O limanda eğer bizden başkası varsa o da yine varlığının farkında, gerçeğini bulan ve onun üzerine sağlamlaştırdığı benliğini her geçen saniye var olma serüvenine, doğrusuna deniz yolculuğu gerçekliğiyle yaklaşır, bize yaklaşır hatta o bizimle olandır. Bizde var olduğunu bildiğimiz şeyleri başkasıyla paylaşırız. Bunun aksi sağlamsızlığı önceden garanti altına alınmış betonuna fazladan sıvı karıştırılmış çürük bir temele kat çıkmaya benzer. Bu kendi varlığına tahammül kabiliyeti ve cesaretini değerler gösterebilen kendisini başkasının koyduğu silsilesi saçmalığıyla uğraşmayacak kadar tam bir insan ve birey kavramının özgüllüğünü kanıksamış farkındalığı olan bir insana yakışan tavırdır.

Close Up Kurdistan | Yakın Plan Kürtler

Elazığ Karakoçan’dan Almanya’ya göç etmiş bir kürt olan Yüksel Yavuz’un ilk izlediğim yapımı/belgeseli oldu Close Up Kurdistan (Yakın plan Kürtler)..Aylardır kovalıyordum bu belgeseli,neyseki arayan belasını da mevlasınıda buluyor.Türkiye’de ilk olarak istanbul bağımsız film festivalinde gösterilen yapım,daha sonra 2009 Diyarbakır Kültür Sanat Festivalinde gösterildi ve başkada gösterilmedi.Zaten pekte gösterilecek cinsten değil.Yani Türkiye’de gösterilmesi için ilk yapılan başvurudan adındaki “kurdistan” kelimesine takılan belgesel her ne kadar şimdi gösteriliyor olsada,salonlarda kendine yer bulması zor gibi.İzin verilmez.Çünkü liberal medyanın değirmendeki su misali çevirip evirdiği toplumun karşıt bir tavır alması an meselesi olur.Tahrik edilip desinformasyona müsait içeriği ile bambaşka taraflara çekileceği çok aşikar..

Şöyle güzelinden 567 yıl daha devam edecek olan Kürt sorunun Terminatörler devrinde T-100 veya T-800 lere kadar indirgeneceği konusunda zerre şüphem yok.Olası çözüm konusunda topun Star Wars’tan sevgili Jedi’ye atılması da sizi şaşırtmasın..

Ne diyorduk…ha Kürt sorunu..tabi ya !

Kimler bahsetmedi ki,söyleyecek bir söz bulmadı ki şu ülkede..Yüksel Yavuz’da parmak kaldırıp hocaların onu görmezlikten gelmesine rağmen izinsiz konuşanlardan…Yalnız yöntemi biraz farklı olmuş.Olduğu yerde durmaktansa yola çıkıp Almanya’dan Maxmur kampına kadar yürüyüp,hafıza tazeleyerek konuşmuş..Tabi her ne kadar öznel bir yolculuk olmuşsa da,sofraya nesnel bir şekilde serilmeye çalışılmış..

Belgesel temel olarak eğitim,asimilasyon,adalet,aitlik,kimlik,soru işaretleri,milliyetçilik simgeleri,faşizm,masumiyet kavramları arasında dans edip duruyor.Kürt sorunu denen zehirli sarmaşığın köklerine dair basitçe cevaplar vermeyi amaçlıyor ve bunu kişilerin yaşadıkları ile görüntüler üzerinden yapıyor..Kim bu kişiler? Köyünden kovulmuşlar,acıya marız kalmışlar,,gerillalar,bir asker,orhan miroğlu,ismail beşikçi,abdulkadir aygan,berivan ve detaya takılan bir kaç şahıs daha..Yönetmenin anne ve babası gibi,köyündeki yaşlı teyze gibi..

Şimdi taraf mı olmuş Yavuz? sanmıyorum…Tamam; kendisinin yaşadıkları bir tarafa,yada hayatı..Fakat kürt topraklarının tozunu yutmuş biri olaraktan ters bir şey gelmedi bana.Abartı yok,sadece olan biten anlatılmış..İyimser taraftan bakarsak;Beşikçi’nin ,devletin ona yaptıklarını anlatırken yüzündeki tebessüm garip..Belki bu ilginç gelebilir,başkada yok yani.Anlatılanlar,süslenmeden olduğu gibi verilmiş.Ve bazı yerler çok sağlam görüntülerle desteklenmiş..Hem Türk tarafı hem de Kürt tarafı için..

Yönetmen çözüm yolununun biribirini anlamaktan geçtiğini,yani diyalogu çözüm olarak bize sunuyor ve yanılmıyorsam Birgün gazetesinde yayınlanan röportajın da Türkiye’nin asıl sorununun “yüzleşme” olduğunu ve bunun da atılacak demokratik adımlarla olacağını belirtiyordu..

Belgesel sizi içten feth etmeye çalışıyor.Duygusal anlatım tarzından kaçmak istemiş ama anlatılanlan malesef sizi o havaya çabuk bürüyor.Mizahi anlarda yok değil,özellikle asker ile yapılan söyleşide söylediklei trajikomik..
Ama Diyarbakırlı göç mağduru aile ile yapılan söyleşi de,hem Kürtçe’nin muazzam saflığına,güzelliğine tanık olurken bir yanda da,kaçak sigarasını tüttürürken anlık duraksamasındaki o kaygıyı,çaresizliği ve kameraya bakamayışını,tüm bunların birleştirdiğimizde ortaya çıkan kimliksizleştirmenin de saçmalığına tanık oluyorsunuz..havaya savrulan duman gibi kayboluşun ardına öyle bakakaliyorsunuz..Haliyle duygusal bir çöküş yaşamaktan kendinizi alamıyorsunuz;ola ki sizin de o adam gibi dramatik bir geçmişiniz varsa..

Baştada belirttim,Yavuz objektif olmaya çalışmış ve aslında bir iki noktaya kürt tarafından da eleştiri getiriyor.Örneğin yatılı yurtlardaki çocukların eğitimine,yada her sabah andımız ile okula göz açan çocukların durumuna veya marş halindeki yürüyüşe tabi tutulan okul çocuklarının “her türk asker doğar” deyişlerine kamerasını çevirirken,biraz sonra karşımıza Maxmur kampındaki çocukları sabah okula “bi xwîn bi can” sloganı derse sokan farklı bir eğitim sistemine de işaret ediyor.Olayın pragmatik ve eleştirel yönüne belki benzerliğine belki de benzersizliğine yorumsuzca dikkat çekiyor..

Velhasıl;Kürt sorununun insani ve diyalog yönüne atıfta bulunan başarılı ve değerli bir kürtvari çalışma olmuş Close Up Kurdistan..

Yüksel Yavuzun ellerine sağlık..

++

Dipnot:
Yüksel Yavuz 1964’de Karakoçan’da doğdu. Hamburg Ekonomi ve Siyaset Üniversitesi’nde ulusal ekonomi ve sosyoloji öğrenimi gördükten sonra, 1992’de Hamburg Plastik Sanatlar Üniversitesi’nde görsel iletişim okumaya başladı. Yönettiği filmler arasında, 100 and one Mark (1994) ve My Father Was a Guestworker adlı belgeseller (1995), ilk uzun metraj kurmaca filmi Nisan Çocukları (1998), kısa filmi The Man With the White Coat (2000) ve Küçük Özgürlük (2003) yer alıyor.

Filmin resmi sitesi : http://www.closeup-kurdistan.de/

Yargılanan çoraplar,hapse atılan..falan filan!

Malatyalı Gülsüm ineğe soruşturma açılmıştı kısa süre önce.Şaşıranda oldu şaşırmayan da oldu.Nasıl olsa kahvedeki okey masasına nerden geldiği belli olamayan ineklerin düştüğü bir ülke idi burası..

Sanırım hayvanlarda iyice şaştı.Bu aralar muğlaktalar.Hatırlıyorum da bir ara da bir makine mühendisinin ata tecavüz haberi epey gündemde kalmıştı.Gazeteler atın gözünü kapatarak öyle foto vermişlerdi manşetten.Şahsen ben at camiasının ayaklanmasını beklemiştim.Bişi çıkmadı.Kolektif bilinç henüz olgunlaşmamış onlarda.

Neyse konumuz at,eşek,inek tacizleri değil.Ha bire aklıma gelir,dolar burası.Bahsetmek istediğim başka bir haber.Hem hayvancıl hem de değil..!

Bugün gündem online’de bir haber okudum da,ilginçti baya.

Başlık : Yargılanan 22 çift çorap 3 yıl sonra serbest

Az detaylandıracak olursam,2006 Mart ayında Muş kırsalında yapılan bir operasyon sonrası Leyla Güner’in de evi basılır ve 22 çift çorabına da el konulur.Güya çoraplar gerillalara gidecekmiş.

Bilen bilir,Kürt coğrafyasında sayısız eşek öldürülmüştür,köy yakmaları sırasında.Neden? Örgüte yardım yataklık ettikleri gerekçesi ile..

Haberi gördükten sonra nasıl yani? Diye içimden soru sorup şaşırmak isterdim dut yemiş bülbül misali;ama gerek yoktu.Çünkü 12 haziran 2009 tarihinde bir haber daha geçmişti ajanslardan.

O haberinde başlığı: 1400 muhabbet kuşu gözaltına alındı

Bu olayda da Hakkari’nin Çukurca ilçesinde sınırdaki Çığlı köyü bölgesinden Türkiye’ye kaçak olarak getirildiği belirlenen bin 400 muhabbet kuşu gözaltına alınıyordu…



Şimdi bu iki haberi toplayın,resmi ideolojinin kılcal damarından tutup üstünden bakın olmadı Devlet Bahçelinin 40.yıl konuşmasındaki matematiksel hesaptan gidin; şayet bir şey anlarsanız bana da söyleyin..



+Konuş lan…seni kim giyecekti?

-Ne bilim

+Diğer tekin itiraf etti..Kurtuluşun olmaz,sende itiraf et!

….


+Konuş lan..Gaganızda haber taşıyordunuz demi?

-Konuş derken muhabbet edelim anlamında mı?

+(tekme tokat sesleri ve sonrasında..) renklerin neden böyle? Çabuk söyle soysuz..

-Bir kuş olarak beni de siyasetten attınız ya içeri..helal olsun

+(bir bıçak getirilir..gülme sesleri..vs)

Gomgashtei Dar Aragh | Annemin Ülkesinin Şarkıları

Kim demiş Coen kardeşler Kurdistan’a gelmiyor.Coen biraderleri Kürt topraklarında gördüğümüz için Bahman Ghobadi ustaya teşekkürlerimizi bir borç biliyoruz.Türkiye’de ilk olarak , 22.uluslararası İstanbul film festivalin kapsamında 25 nisan 2003 te gösterilen ve yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan Gomgashtei Dar Aragh (Annemin ülkesinin şarkıları), sinemasal gerçeklik akımının semalarında durarak,sadelikten ödün vermeden,Coen filmleri tadında çok güzel ve anlamlı bir yapım olmuş.


Başrollerini tümüyle amatör oyuncuların oynadığı film,kimilerince propagandatif olarak görülse de vermek istediğini veren bir film.Hem sinemanın asıl amaçlarından biri değil midir propaganda? Savaş konulu bir film tarafsız durabilir mi? İlla ki bir tarafa cevap olacaktır.Bir derdi vardır ki çekmiş yönetmen.Kürt filmleri konu açısından diğer filmlerden ayrılır.Yani olan ne ise verilir,çokta düşünmeye gerek yok,yada görsel efekt yada konuyu çekici kılmak için türlü türlü cinlikler.Kürt sineması henüz o kıvamda değil,ihtiyaçta duymuyor bir yerde.Çünkü henüz özgür değil,henüz emekleme aşamasında ve henüz konuşmuş değil kürt sineması.

Bu filmde de çok kasmadan,oluruna bırakarak Mirza ile yola çıkıyorsunuz.Mirza baş karakter ve oğulları yan karakter! Konusunu kısaca hatırlatacak olursam,Mirza tüm Kürdistan’ın tanıdığı başarılı bir müzisyen ve özel hayatı ile de gündem olmuş biri.Sanırım özel hayatından yola çıkılmış olması da magazinin evrenselliğine vurgu.23 yıl önce karısı Hanare,onu en yakın arkadaşı Seyid’e tercih etmiştir.Bu duruma başta Mirza olmak üzere,diğer aile fertlerini ve sevenlerini de derinden sarsmıştır.Taa ki bir gün Iraklı mülteciler gelip Mirza’yı bulana kadar.Hanare bir mektup bırakmıştır ve Mirza’ya ihtiyaç vardır.Mirza iki oğlunu da yanına alarak yola çıkar.Serüven başlar..

marooned_iraqFilmin kendisini yol kısmında görüyoruz.Filmi zaten bu kısım için çektiği anlaşılıyor.Yılmaz Güney’in “yol” filminin etkileri bu kısma sinmiş,hemen belli oluyor.Çünkü karakterler gittikleri mekana göre şekilleniyor.Bahman Ghobadi bu filminde de metaforlara başvurmuş.Cadillac Records filminde Miles Davis’in 1959 yılında polis işkencesine uğramış halinden çıkan o kanlı görüntüsüne gönderme ne ise, Annemin ülkesinin şarkılarındaki gönderme bombardımanı daha fazla,daha üzücü,daha dozajı yüksek,daha göze sokulacası bir hal..

Mirza Kürt topraklarında belki sıradan filmde durduğu gibi de sıradan olmayan bir portre.Gözü pek ve sevdasına düşkün.Aşkın peşine düşecek kadar vefalı.Sevgili Hüseyin Karabey’in Gitmek filminin Ayça’sı gibi bir karakter.Hanare ise dertli bir yaşam sürmüş,lanetlenmiş ve filmde sadece gözlerini gördüğümüz bir kadın.Hanare filmde bariz bir şekilde Kurdistan’ı simgeliyor,kendisi Kurdistan’dır.Mirza ise vatanına varmak isteyen bir insan.Sevdiği aslında ülkesi.Çünkü kadını her şeyi.Mirza yollarda çok zorluklar yaşıyor oğulları ile beraber.Şiddete maruz kalıyor,dramlara tanıklık ediyor,inciniyor,incitiyor,bazen bir şeyleri anlamlandırmakta zorlanıyor yaşlı hali ile,Saddam’ın vahşetini görüp bize çaktırmadan arka taraftan mekan kurgusu ile yansıtıyor.Ağlayanlar,kaçanlar ve beddua edenler tek tek bir trajedi sergisinin açılışı gibi yerlerini alıyor.

Toplu mezarlar,yakılan köyler,tanınmayacak hale gelmiş kişiler ve toprakları ve elbet karasal vahşetin üstüne birde kimyasal ile pekiştirilmiş içsel bir ruh-i tecavüz.Ve elbette bu olup bitenlerden çokta haberdar olmayan çocuklar.Filmde ilginç bir şekilde Mirza nerede duruyorsa orada çocukları görüyoruz ve farklı ama sevmekten kendimizi alıkoyamadığımız karakterlerle tanışıyoruz.Hepside şarkı söylüyor,halay çekiyor,soru soruyor ve sohbet ediyor.Duyarsız değil hiç biri.Ghobadi hiçbir filminde çocukların peşini bırakmadı.Bu konudaki tavrı net ve galiba iyi biliyor ki sinemanın çocukların üzerinden anlatılması mesajı daha net yerine ulaştırıyor.İran sinemasının klasik anlayışını iyi benimsemiş.Kural basit:Basitçe anlat..

GomgashteiVe çocukların dağın başında ders gördükleri bir sahnede ders sonrası ellerinde yapraktan yapılmış uçaklarla hep beraber onu aşağı süzdüklerinde belki de Ghobadi’nin en unutulmayacak bir sahneye imza attığını kimse yadsımayacaktır..

Mirza kendince yol sonuna vardığını düşündüğünde sadece yeni umutlar elde eder.Hanareh ona yüzünü göstermez.Kimse ona Hanare’nin orada olduğunu da söylemez.Çünkü sesi atılan kimyasal bombadan gitmiştir ve yüzünde yaralar vardır.Seyid ölmüştür ve Mirza bunu da bilmemektedir,orada öğrenir.Kısaca yaralıdır Hanare.Bu yarası Kurdistan yarası gibidir.Kürdistan da paramparçadır ses telleri gibi.Yüzü değil kalbi de yaralıdır.Ondan geçen tüm yollar çetrefillidir ve zordur.Savaş vardır üstünde.Mağdurdur,sonu mutlu değildir.Diğer bir ifade ile Hanare özgürlüktür ve Mirza özgürlüğe varmak istiyor.Yönetmen araya giriyor bu noktada ve “aradığınız özgürlüğe henüz Kürdistan da ulaşılamıyor” diyor.

Kürdistan’ın bir kadın üzerinden resm edilmesi da ayrıca anlamlı ve güzeldir.Çünkü kadın daha içten hisseder.Daha bir özümser.Acıyı yüzüne hele de gözlerindeki irisin tam ortasına çok daha fazladan verir.Bu onun zayıflığını göstermiyor.Tam tersine onunla yaşama gücünü gösterdiği için onu daha da güçlü kılıyor.Bir miras gibi.Filmde umudunuzu yitirmeyin diyen bir Hanare’de görüyoruz.Çünkü bir kız bırakmıştır Mirza’ya.O kız işte umuttur.Korunmalıdır ve gelecek için sevilmelidir.Mirza’nın sırtından geçmesi de gelecek için umudun tükenmemesi gerektiğine bir işarettir.Buda Kürt topraklarındaki mücadeleye göndermedir.Pes etmeyin deniyor.Ayrıca filmin adının “annemin ülkesinin şarkıları” konmasının da kasıtlı olduğunu düşünüyorum.Yönetmenin “annem” dediği kişi ülkesidir.Yani Kürdistan’dır.

….

Filmi İngilizce alt yazı izledim(Türkçe çevirisi de sadece o İngilizce olan kısımların çevirisi şeklinde olmuş) ve berbat bir çeviri olduğunu söylemek gerek.Dikkatsiz ve umursamadan,özenmeden yapılan bir çeviri kurbanı olmuş film.Yine de filmin büyüsünü bozmuyor

Kürt sineması adına önemli bir film,izlenip izlettirilmesi dileğiyle..

Arbane sanatından seçmeler !

Arbane kutsal bir kürt çalgısıdır.Arbane terimi botan yöresinde sıkça kullanılırken akademik anlamda ise bunun adı daf,def,tef diye geçer ve ortadoğuya kaydığınız zaman da Arbane pek denmez.Yoğun olarak kullanılan Daf adı ise eski Pehlewi dilinden gelme.15.yy’a kadar ortadoğu kültüründe Sufi müziğin/dinsel,ritüelsel olmazsa olmazı iken Avrupa’ya ancak 17.yy’da gelebilmiştir.Tabi bu avrupaya gelen hali şuan kullandığımız alet formatından farklı bir yapı.Yine daf için , Hz.İsa ile de bağlantı kurulur ve doğum öncesine dönemine ait bazı resimlerde Daf’ında resm edildiği söylenir.

20.yy’da İranlılar bu işin öncülüğünü iyice eline almıştır.Gerçi şimdi de en iyi onlar çalıyor ve yoğun olarak kullanılıyor ritimde.Sayyed Baha-al-Din Shams Ghorayshi(1872-1947), Ostad Haj Khalifeh Karim Safvati (1919-…), Ostad Haj Khalifeh Mirza Agha Ghosi (1928-…), Mohi-al-Din Bolbolani (1929-…), Sayyed Mohammad Shams Ghorayshi (1930-…) and Masha-Allah Bakhtiyari (1940-…) gibi ustalar efsaneleşmiş durumda.

İşin teorik kısmına çok girmeden bir kaç derleme ile bir kaç değerli şahsı dinleyelim.

Öncelikle Youtube direk giremiyorsanız videoları izlemeniz zor.Bu sorunu gidermek için yotube jacker dns yönlendiricisini kullanmada fayda olacaktır.Tunnel munel kanallarından kurtulun en azından!

Youtube jacker indirmek için tıklayınız..

devamı..

http://www.bijwen.com/arbane-sanatindan-secmeler/

Sonbahar | Bir yaşama ağıt !

Sevgili Özcan Alper’in Sonbahar’ını geç de olsa gidip izleyebildim. Soğuk bir kış gecesinde bir nebze de olsa içimizi bir ısıtıp bir serinletip tadında bir film verdiği için öncellikle kendisine teşekkürlerimizi sunuyorum.

Filmin konusunu kısaca hatırlatacak olursam; Hayata dönüş operasyonu sonrası köyüne dönen Yusuf’un, bizden tanıklık edilmesi istenen kesitsel hikayesi.

**

Filmi tek açıdan ele alıp incelemek zor. Politik, psikolojik, sosyolojik ve yer yer felsefi bir yapım. Film; bir dönemin politik pitoreski üzerinden, birey psikolojisine inerek ve bunu subjektif bazda dibe götürerek, Artvin’in ruhu ile birleştirilerek önümüze bir şeyler sermiş görünüyor. Bu karışımdan herkes kendince bir şeyler buluyor. Bu anlamda filme bakıldığında “bu film politiktir, bu film doğa filmidir, bu film psikoloji filmidir, bu film aşk filmidir” gibisinden pek çok görüşe kapısını açıyor.

Benim anladığım ise filmin tür kaygısına girmediğinin bariz oluşu. Çeşitli semboller ve şifrelemeler kullanılmamış değil; ama bunlar gerekli yerlerde ve zamanda bize sunulmuş. Bu da yönetmenin “bu benim sadece sinemasal çığlığımdır, duymak isteyen duysun” mealine göz kırptığını gösteriyor.

Sonbahar bir ağıt filmi. Ağıt filmi olduğunu Yusuf ve Eka’nın iskeleden olduğu sahneden çıkartabiliyoruz. Çünkü Eka’nın üzerinde kırmızı bir mont vardır ve iskelededir. Bu sahneye sinema severler uzak değildir; Requiem For A Dream (Bir rüya için ağıt) filminin bariz izleridir bunlar. Kamera arkadan ikisine döndüğünde ağıtsal metafor gözden kaçmıyor. Tek bir fark var; o da yönetmen burada bir rüya’ya değil, gerçek bir yaşama ve yaşanılmışa ağıt yakıyor olması..

**
Şimdi izninizle biraz filmi deşelim..

Yusuf operasyonun etkilerini yaşamış bir mahkum rolünde. İlk etapta polis kayıtları ile giriş yapan film, hemen ertesinde Yusuf’un çıplak ayağı ile doktor revirindeki muayenesi ile devam eder. Kanımca filmin en mühim noktalarından birisi de tam bu kısımdır. Çünkü soru işareti doğuyor.

Doktor Yusuf’a 309. maddenden bahsediyor ve ciğerlerinin iflas ettiğini söylüyor.
(309.maddeye baktım anayasanın ihlali ile ilgili bir madde, sanki yanlışlık var gibi.. neyse). Bu söylemden hemen sonra Yusuf dışarıda görünüyor. Artık özgür biri..

Acaba Yusuf o maddeden mı yararlandı? Yoksa ciğerlerinin artık iş göremez ve gidici olduğunu bildiği için doktor tavsiyesi ile salı mı verildi?

İlk sorunun cevabı evet ise film Yusuf’un ağıtı olmaktan çok, Yusuf’un “hayalinden” öte bir kurmaca değilmiş, ki buda ayrı bir lezzet..

Filmin ilk yarısı özetle hapisten yeni çıkmış bir adamın gelip ücra bir kıyıdaki köyünde yalnız kalmış anası ile geçirdiği vakit. Bu süre zarfında olması gerekenler net olarak verilmiş. Yusuf’un uzun bir yolculuktan sonra vardığı köyünde ilk dokunduğu canlı köpekleri olur. Köpek yağan yağmurdan ve yorgunluktan olsa gerek Yusuf’un genel halsizliğini yansıtır gibidir ve Yusuf ona dokunduğunda tepkisizdir; bu durum Yusuf’un annesinin ona dokunduğu zamanki tepkisizlikten farksızdır. Yusuf yaşayan ölü bir ruh gibi sadece doğadan zevk alabilmektedir. Kamera onun baktığı doğadan bize cömert manzaralar sunar ve filmin fotoğrafik yönünü gözler önüne serer. Bu kısımların da başarılı olduğunu söylemekte fayda var. Yani Karadeniz‘deki doğa ana kendisini sergilemekten çekinmemiş. Yusuf ne kadar kapalı ise, doğa o oranda açık ve bize dönük. Burada da Yusuf ve doğa arasında bir denge söz konusu. Birbirlerini tamamlamışlar.

Yusuf hasta ve geceleri yatamamaktadır. Bir zamanlar sosyalizm peşinde koşan bir üniversite genci iken, şimdi o heyecandan zerre yok. Sonunu bilen adam, o monoton yaşamından, ara sıra flashbackler olmakta ve bu flashbackler sadece “hapise” yönelik olandır. Zira travma derindir ve aşkı Neslihan bile aklına gelememektedir. Kalkan coplar, feryat figanlar ve bunların ortasında kalkan bir el.. ve bir zafer işareti..

Birey psikolojisinin ve yalnızlığının, özellikle kalabalık içindeki yalnızlık, Yusuf ‘a sinmiş halinin fotoğrafı çok geçmeden servis edilir izleyiciye; Yusuf tek başına, kendisi ile satranç oynamaktadır. Bu bölünmüş kendisinden başkası değildir. Parçalanan beyin hücrelerinin,duygularının,yeni kişiliklerinin bir araya gelip çoğaldığı bir anın simgesidir.

Film çaktırmadan sizi Yusuf’un ölümüne onun gözünden hazırlıyor. İlk olarak kargalar öter. Yusuf bunu net bir biçimde görür, sonra annesi babasının mezarında dua ederken görür. Aslında olağan şeylerdir ama benim için izlerken öyle gelmemişti, hepsi işaretler yığını idi.

Film köy manzarasından şehre indiğinde yeni bir yalnızlık ve drama ile Eka gerçekliği ile tanışırız. Bedenin sömürüsüne inat kızının sesi ile mutlu olan ve bekle beni diyen bir “anne”. Yaşadığı yörenin halkının tabiri ile oruspu. Oruspu bir anne.. Yusuf ile tanışması geç olmayacaktır. Bu tanışmanın salt cinselliğe dayalı olmadığını hemen anlıyoruz. Çünkü Yusuf’un ağzından “ben böyle bir şey istemiyorum” cümlesi dökülür.. Ve Eka’nın Yusuf’a vurulduğu yer de tam olarak burasıdır. İki farklı hayat, iki farklı dünya ama “aynı duygular”..

Yusuf şehre inmeye devam eder, yatakta yan yana yattığı bayanın toplumsal gerçekliğini sunduğu sokak ortasında “yüzünü çevirerek” ikilemi yaşatır bize. Aslında bizlerin masum olmadığını söyler, başka bir şey değildir bu. Yüzünü döndüğü yeni bir yer vardır o da hırçın dalgalar. Suyun saflığı ve hırçınlığı belki Yusuf’un kalbinin attığı şeyden başkası değildir. Bir yandan büyük bir coşku bir yandan da artık yitirilmiş bünyenin yerinden oynayamıyor oluşu.

Bunlar filmin ikinci kısmının gidişatıdır. Yusuf nefes darlığını test etmek ister ve yayla yolunu tutar olmayacak bir zamanda bir havada .Yükseklere çıktıkça kar belirir ve Yusuf tükenir.. Burada da kar ölüme bir göndermedir, ölümün rengidir ve Yusuf ondandır ki fazlasıyla ona dalmaktadır. Kar ile kefen göndermesi yapıladursun yayladan hemen indikten sonra köyde bir ölümün oluşu da kafamdaki bu simgeyi biraz daha haklı kılıyor.. Yusuf katıldığı bu cenaze töreninden bir şey anlamaz ve yönüne ters çevirir. Geriye tek bir şey kalmıştır. Bunca olup bitenden sonra arabayı bir gün bir kenara çekip avazı çıktığı kadar bağırmak… ve bağırır !

Eka ile yataktadır Yusuf, son sığındığı kişidir Eka. Ve çırılçıplak uzandıkları yatakta ikisi ceninin anne karnındaki konumudur. Bu sahne de; Requiem For A Dream filminin en unutulmaz sahnesinin çoğul halidir. Eka ile Yusuf anne karnına geri dönmek isteyişinin ifadesidir. Bir batışın, çaresizliğin, sonu belli hayatın sığındığı cenin pozisyonudur. Safçadır, masumcadır, ölümcedir..

**

Yusuf bir tulumu eline alır ve çalar.Sesi güzeldir,annesinin sevdiği sestir ve durma der oğluna. Yusuf çalarken annesi pencereye doğru gider, uzaktan birileri sosyalizmin kızıla sarılı tabutunu görür. Bu Yusuf’un tabutudur ve Yusuf kendi ağıtını kendisi yakmaktadır..

Gülsüm ineğin idamı !!

Yer: Mahkeme…Terörle mücadele birimi

Davacı: Toplum

Sanık:Malatya’nın Yeşilyurt ilçesine bağlı Kadiruşağı köyünden bir İnek..Adı Gülsüm

Sanığın suçu: Atatürk büstünü devirmek




+Adın ?

-Gülsüm

+Ana adı?

-İnek

+Nasıl yani?

-İnek işte hakim bey.Bildiğin inek…hatta baba adınıda siz sormadan ben diyim “Öküz”..

+Tamam,laubalileşme!!Terbiyesizlik istemem,sevmem de! Söyle şimdi bana gülsüm hanım, erkek arkadaşın var mı?

-Yok ne gezer.Sadece çiftleşme döneminde topluca azarız ve kim kime kur yaparsa ve kandırırsa onunla Emanuella tadında bişiler olur..

+Emanuella ne ?

-Amasyada ki teyze kızımın adı..

+Türban takar mısın?

-Yok bizde böyle töreler yok.Bildiğin hayvanlık işte.Şeffaf toplumuz,herşeyimiz açıktır.

+Bağlı olduğun örgüt var mı?

-Ökaryot adlı bir örgüt..Monera alemi karşıtı..Ama eylemler olmaz bizde..Sivil hayvan örgütü bildiğim kadar

+Desteklediğin sınıfsal mücadele yada sınıfın kendisi var mı?

-Memeliler sınıfındanım,Memelilere tam özgürlük isteyenlerdenim..

+Elimdeki kayıtlara göre 5 ay evvel köyün aşağı kısmında yer alan bir tarlada bir kaç arkadaşla görünmüşsünüz..En son orası kazıldığında silah ve bomba çıktı..Ne diyorsun bu konuda?

-Yemin ederim biz otlanıyorduk,öyle sağdan soldan ne bulsak mal mal yiyip mööleşiyorduk kendi aramızda..Kesinlikle silahlar bize hele de bana ait değil..Bu suçlamayı tekmeliyorum!

+Hangi dilde mööleşiyordunuz?

-Kürtçe hakim bey!

+Olmayan bir dili nasıl konuştunuz? Yasak olduğunu bilmiyormusunuz?..Bunu not et kızım,sanığın ayrıca yasak dille propaganda yaptığı kendi ağzında da teyit edilmiştir.

Söyle bakalım ne tür eylemlere katıldın?

-Ben sadece geçen yıl bir inek arkadaşımızın küçük yaşlı hali ile bir eşşekle evlendirilmesini protesto etmek için bir iki slogan attım.Başkada bir icraatım yok.Ayrıca biz inekler pek eylem yapmayız.Zaten kürtçede eylem çalekî demektir..Biz ineklerede çêlek denir.Bir inekolog arkadaşımızın yaptığı araştırmaya göre çalekî , çêlek’in zamanla evrimleşmiş halidir..Ondan dolayı biz yapmıyoruz eylem,yaşıyoruz direk..

+Demek evrime de inaniyorsun..Yaz kızım,sanığın soyunu maymunden geldiğini kabul ettiği..

Peki asıl mevzuya gelelim..Laik misin?

-kime laik? neye laik..anlamadım

+Türkiye laiktir laik kalacak diyenlerden misin?Cumhuriyet mitinglerine katıldın mı?

-Türkiye nasıl istiyorsa öyle olsun beni alakadar etmez.Mitinge katılıp katılmadğımı ben bilmem,beyim bilir..

+Yaz kızım..Sanığın türkiye alayhine anarşist olduğu..

Gülsüm hanım,Atatürk’ün büstünü neden devirdiniz?

-Okulun oradan geçiyordum ve taze ot kokusu geldi..Ona giderken yanlışlıkla çarptım.Büst iyi yerleştirilmemiş demek,bence bu konuda okul müdürü de benle yargılanmalı,yani neden sadece beni aldınız?Eğer bu sadece benim hayvanlığımdan kaynaklı bir durum ise yapılanda hayvanlıktan başka bişi değildir,bunu önemle belirtmek isterim.Ben bişiyi yıkmaya meyili değilim,sadece ottur derdim.Bir de sizde kabul edersiniz ki,bir okulda dört beş Atatürk büstü ne arar,yani okulun hemen aşağısında da çeşme başında bir büst var.Ona da yoldan geçerken çarpmamak elde değil.O kadar çok büst var ki,böyle (b)üstümüze (b)üstüme geliyorlar.Kasti bir hareket değildi benimkisi.Seneca “Hata insanidir” demiş izininizle ben bunu biraz değiştirmek isterim “Hata yalnızca insani değil bazen hayvanidir”.

+Edebiyat yapma! Karşında kaçın kurası var sanıyorsun? Anlat ..sonra ne oldu?

İneğin edebiyatı olmaz hakim bey,sadece ota sevdası olur.Siz bilmezsiniz o ota dokunuştaki Marquez Gabrielvari hissedişi,tanrıça İştara sarılıp dans eder gibi ağızda gevelenişini..Neyse işte; daha sonra öğrendim ki köye mufettiş gelmiş ve bana soruşturma açılmış,hatta sürgün kararı çıkmış.Mufettişe de dedim ben “avukatım ayy pardon işte El Elokum olmadan konuşmam diye “ama biz seni zorla konuşturmasını biliriz” dedi.Gözümü bantladılar..ve bir Torosa bindirdiler.Nereye gittik bilmiyorum.

Gözümü açtıklarında bir odadaydık ve garip bir bıyıklı bir adam benim taze süt dolu memiklerime tek tek elektirk verdi.Çok acıdılar,zitik attım bir tanesine o hemen bayıldı orada, sonra hepsi birden üşüştü başıma ve ben bayılmışım bu sefer.

Beni konuşturamayacaklarını anladıklarında ise ajanlık teklif ettiler.Apê Weysi’nin yeşil cennetli tarlasında bir ay otlar içinde yatıp kalkma vaatleri mi dersin yoksa Danone fabrikasında bir yıl bedava dolaşma hakkı mı dersiniz,Kasaplar odasında sekterelik işi mi dersiniz ve daha bir ton şey..

Anlayacağınız ben mağdurum her türlü ve hakkımı soramıyorum.Siz söyleyin bu anlatıkklarımdan sonra vicdanınız rahat mı?

+Benim vicdanım burada önemli değil.Yetmiş milyonun vicdanı şuan zaten sızlıyor.Atatürk’e kasten hakaret,büste gasp ve saygısızlık suçlarından kritik bir ceza sürecindesin..Asıl senin vicdanın rahat mı?

-La hewle wele subhanellahh!!Ben diyorum ki bilerek yıkmadım.Görmedim bile,ne olduğunu bile anlamam,benim için bir taş sadece.

+Kızım sen yaz,Atatürk’e mahkeme salonunda bile hakarete devam ettiği ve ayrılıkçı terör örgütlerinin yaptıklarıanın benzerini yaptıklarına…

-Haydaaa!! Hakim bey neden ters anliyorsunuz? Ben humanist kemalist bir inek olduğumu belirtmek isterim..

+Yaz kızım,sanığın ideolojik itiraflarda bulunduğuna..

-Ulan senin ebenin….

+Yaz kızım,isanığın mahkeme boyunca saldırgan ve şiddet dolu olduğuna…..

-Hakim bey ne olur beni Çin’e sürgün edin,edin de kurtulam bu azaptan…

+Sen nasıl bir hayvansın böyle? Devletimizin bin bir güzellikle yarattığı bu sürgün yerleri olsun tecrit hapishaneleri olsun.Nasıl beğenmezsin?…Ekstra ceza talebine girer haberin olsun..

-Tama o zaman ben İdam istiyorum..Asın lan beni..Allah belnızı versin,top yekün hemde!! Sütsüz kalasınız,butsuz etsiz kalında görün şeyini şey ettiğimin şeyi…

Yaz kız,evet ben teroristim.Büstü planlı bir şekilde devirdim,6 ay hazırlık ve eğitim kampı gördüm bunun için,Sri Lanka’da Tamil kaplanları eğitti beni..Atatürk’ü de tanımıyorum..

Haklıyız kazanacağız..Yaşasın hayvanlık..Yaşasın Çita ve Ceylan kardeşliği…

Oldu mu? Rahatladın mı?

+Yaz kızım..çabuk yaz..Sanığın herşeyi itiraf ettiğini ve kendi rızası ile beslenmeyip asılmak istendiğini…bunu tüm şaitlerin duyduğunu…Ve sanık Gülsüm ineğin idamına karar verildiğine..

Son sözün nedir?

-Din iman adamı kanser edersiniz! İnekliğimden utandım .Asıl hayvanlar alemi burasıymış ta haberimiz yokmuş.

Hakkımı ve sütümü helal etmiyorum..

*****

Yeşilyurt ilçesine bağlı Kadiruşağı köyünde “Gülsüm” adı verilen bir inek, sahibinin elinden kaçarak ilköğretim okulunun bahçesindeki büstü kırınca, Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından soruşturma açıldı ve köylülerin ifadesi alındı. İneğin sahibi, ceza alma korkusuyla “Gülsüm”ü İnekpınarı köyündeki bir yakınına verdi.
Kadiruşağı köyü sakinlerinden ve ineğin sahibi Gül Kılınç, kendilerine ait büyükbaş hayvanın neden olduğu bir kazanın ardından açılan soruşturma nedeniyle korktuklarını anlattı.
Soruşturma devam ederken “Gülsüm” adını koydukları ineği İnekpınarı köyünde ikamet eden bir yakınlarının yanına gönderdiklerini kaydetti.
Soruşturma kapsamında verdikleri ifadelerinde bir kasıt olmadığını söylediklerini, ancak yine de ceza almaktan endişe ettiklerini vurgulayan Kılınç, şöyle konuştu:

“Her gün yaptığı gibi otlaması için dışarı çıkardığım inek elimden kaçarak uzaklaştı. Yakalamak için peşinden gittiğim sırada okulun öğrencileri ineğin bahçedeki büstü kırdığını söyledi. Olaya çok üzüldük. Ardından büstün kırılması nedeniyle soruşturma başladığını duyduk. Köye gelerek ifadelerimizi aldılar. Neredeyse tüm köylünün ifadesi alındı. Kabahatli olan bir hayvandı. Kasıt olmadığını söylesek de köylüler bizim ceza alacağımızı söyledi. Bu nedenle korktuğumuz için soruşturmaya sebep olan inekten kurtulmaya karar verdik.”

Heval Maykil Ceksin!

İlk olarak üzerinde kesk,sor û zer bir tişörtle görmüştüm.Dans eden elini orasına burasına durmadan götüren ve arkasına onlarca kişiyi alıp deli deli dans ettiren bu adamın adını dahi bilmezken sevmiştim açıkçası.Tişörtü birinci dereceden etkili olmuştu bu naçizane sevgimde.Nerden bilecektim ben kendi küçük dünyamda ona hafiften dar bir alan açarken benim gibi milyonların olduğunu.Bunu da çok sonradan öğrenecektim.


Hele o şarkının müziği yok muydu? İlk dinlediğim şarkısı idi “They don’t care about us”.

Tabi o zamanlar İngilizcede bilmediğimden ne anlamını merak etmiş nede sözlerine bakma gereği duymuştum.Amma velakin bu şarkısını ilk dinlediğimde “Errrıııkk” demiştim içten içe..arkasında da “ne qeder xoş bir müziktir lawo” diye de pekiştirmiştim.

İlköğretimde daha bir başka olan ve üstüne oturarak ömür tükettiğimiz,Türk eğitim sistemi kadar kirli,çürümüş üstü çizilmiş,yorgun argın masalara herkesin bir iki sefer elleri ile ritim tutmuşluğu vardır.Çünkü masa sesi hoştur.Benimde o okul masalarında ilk attığım ritim Michael kardeşimizin yukarda sözünü ettiğim şarkısıdır.Bir süre böyle takip edip televizyonda kendisi ile ilgili ne haber varsa can kulağı ile dinler olmuştum.

Daha sonra Billie Jane ile tanıştık kazara.Hahoo dedim yine.Bu nasıl dans böyle? Elini kasıklarına götürüp aşağı yukarı hareket ettiğinde “wiişşş” deyip ardından basmıştım helal olsunu.Ne bileydim dünyanın en ünlü dansı olduğunu,haliyle çok sonradan anladım.Robotumsu ve hele o ünlü ay yürüyüşü (moon walk) yok mu…Kıvrak tenine yerden yansıyan sahne ışıkları ile kalbim gibi bembeyaz tişörtünden gelen terin dayanılmaz hafifliği bizi de sarhoş etmeye yetiyordu…Axx axx deyip duruyorduk.

Michael ile tanışan her kürdün makus talihidir.İlla o dansı bir iki sefer denemiştir.Elini sağına soluna sokuşturmuştur.Yalnız başaran herhalde olmadı.Buna bir bahane de bulmuştum kendi çapımda.Kürdistan coğrafyası dağlıktır,engebelidir,bu dans için düz alan gerekli,ne bilim parlak ışıklar falan.Ma bizde vardı da biz mi yapmadık? Demi ama…

Yaş ilerledikçe açıkça fark ettim ki,Kürtler Michael abêyi benimseyip bağrına basıyor.Hele hapishanede çekilen bir klibi var.Abd’de baya tepki almıştı.Onu seyreden her kürt zaten direk “Heval” sıfatını ekledi Micheal’e..Klipte hani yenilir yutulur cinsten değil.Eller kelepçeli,arka fonda dayak,feryat,figan görüntüleri ve figürsel bilinçte yer alan ortaya karışık bir “özgürlük mahkumu” fotoğrafı.. İzleyenlerde sanki gazi mahallesinde çekilmiş bir klip imajı veriyordu.Yada Kürtlerin yaşadığı herhangi bir bölgede.Tabi bazı arkadaşlar abartıyordu;neymiş efendim Michael de Kürt’müş.Bir arkadaş biraz daha ileriye giderek amcasının onunla görüştüğünü iddia edip,Micheal’ın en kısa zamanda Diyarbakır’da konser vereceğini söylüyordu..

Biz “de get işine” dedikse de aylarca o umutla yaşadık.Gerçektende gelip konser vereceğini,ayak üstü bir ciğer yiyeceğini düşünüp durduk ve kendi aramızda salak salak tartıştık.Büyük insan küçük karakter Mahsun Kırmızıgül her ne kadar “alem buysa kral benim” dediyse de, biz kimin kral olduğunu iyi biliyorduk..

Gelmedi..

Daha sonra pek çok skandal ile adını duydumsa da pek aldırış etmedim.Ama üretimde yoktu pek.Özel hayatını merak etmedim ve yeni şeyler hep bekledimse de olmadı pek.Ölümü en yeni ve son haber oldu..

Her ne kadar Kürt coğrafyasından Mardinliler ona cenaze namazı kıldıysa da pek ses getiremedi..

Ölümünden sonra onu “ Üşüyoruz Maykıl reis” cümleleri ile teselli ettim kendimi..

Dünya seni zor unutur Heval Maykil..