Advertisement 300 X 250

20 Ağustos 2009 Perşembe

Ana Dilinde Rüya Görememek

Asimilasyon politikalarının sonucu, ya da kişinin kendi dilinin konuşulduğu, kendi kültürünü yaşadığı yerlerden uzak olması sonucu kendi diliyle değil de bulunduğu coğrafyanın, egemen dil ve kültürün dilini zorla veya isteyerek özümsemesi sonucu konuştuğu, konusturulduğu dilde rüya görmesidir. Asimilasyon politikaların yarattığı kişilik bölünmesine en can alıcı örnektir..
Öyle bir rüyaya dalmışsındır ki herkesle konuşursun, herkesle irtibat halindesindir.. O rüyada en çok görmek istediğin kişi olan anneni görürsün sonunda… Gece rüyanda görmek için yatmadan önce onunla ilgili düşüncelere dalarsın, özlemin doruğa çıkmıştır ama gel gör ki gördüğün anda bir hüzün kaplar zihnini…Anne ile konuşamamanın yarattığı hüznü annenin gözlerinde, yüzünde görürsün… Yanına gitmek dokunmak, sarılmak, elini yüzünü öpmek istersin, hal hatır sormak istersin ama yapamazsın..Sessiz film yaşanır, hasretlik ancak uzaktan uzağa giderilir, öyle hüzünlü hüzünlü bakışılır..ve rüya bittiğinde uyandığında ya da sabah uyanıp rüyayı hatırladığında acı acı düşünürsün… Sonra seni bu hale getiren sistemine de insanına da düzenine de okkalı bir küfür fırlatırsın en içten geldiği şekliyle…
Ama çözüm değil işte..Artık asimilasyon o kadar yoğundur ki düşünce yapına, zihnin işleyişine işlemiştir. Çare getiremezsin…Bunu çözmenin tek yolunun artık o topraklara dönüş olduğunu bilirsin ama yüreğin yetmez işte…Utanırsın… Sebebini kendinde aramaya başlarsın…
Bir diğer örneği de Kürt olup Kürtçe şarkı dinlerken ısrarla içinden-elinde olmaksızın- şarkının sözlerini Türkçe’ye çevirip anlamlandırmaya çalışmaktır. O da ayrı bir acıdır. Empatiden yoksun ve asimilasyon politikalarından bihaber bünyenin anlayamayacağı şeylerdir bunlar..

Obama’nın Kürt açılımını desteklemeli miyiz?

Tatil Sezonuna fırtına gibi başlayan Erdoğan ve yandaşları – Kürt açılımı- adı altında gündemi meşgul etmekle birlikte, U şeklinde bir dönüş yaparak : ‘DTP ile görüşmem,İmralı’yı muhatap almam,ya sev ya da terk et.. ben bunu ,şunu yapmam ’..gibi söylevlerinin arkasında durmayarak , tabiri caizse ‘tükürdüğünü yalama’ girişiminde bulundu, bulunuyor..
Haliyle bu açılım karşısında Kürt vatandaşı olaraktan; şaşırıyor, yadırgıyor, aklımıza birtakım sorular geliyor, yer yer rüyalarımıza giriyor ; neden 25 yıllık savaş 25. Yılında bitiyor? Neden bu açılımlara ordu ses çıkarmıyor? Yoksa başka bir asimile tabanı mı oluşturulmakta? Sanatçıların, yazarların inanılmaz gayretleri neden? MHP-CHP’nin direnme çabası neden ? Her şey geçtik, yoksa Erdoğan bir Kürt sever mi oldu? gibi sorular , tarafımızdan cevap beklesede Kendi açımızdan soruların bir kısmına cevap bulmaya çalıştık:
Obama’nın Yeni Projesinde, Kürt süreci
Türkiye’nin geneline baktığımız da en ufak bir sorunda hemen ABD parmağı aranır.Haksız da sayılmazlar ,zira tespitimiz de bunu destekler nitelikte ; takip ediyorsanız, ABD yakın süreçte Irak’tan askerlerini çekme politikasının devreye gireceğini belirtti. Artık, Ortadoğu’dan deyim yerindeyse ‘nemalanma dönemi’ başlayacaktır. Yani ABD artık (yakıp-yıkma )savaş politikasını bırakıp, petrol ve sermaye şirketlerini bölgede konuşturacak ve sömürecek tir! ..
Petrol boru hatları,askeri-sivil üsler ve sermayeyi konuşturarak, katkı sağlayacak olan Türkiye devleti olsun , Irak yönetimi olsun, bölgesel Kürt yönetimi olsun velhasıl nasıl tanımlamak isterseniz bu bölgede ; olası bir çatışma, dengeyi bozacak –istikrarı zedeleyecek- tüm engellerin bir an önce çözüme kavuşması projesi de diyebiliriz..
işte burada şu sorunun cevabını alabilirsiniz; Erdoğan ve Türk basının destekli ‘Kürt açılımı’ çalışmalarının bir ve baş nedeni , ABD ‘nin ; ‘derhal, Kürt sorununu çözün ! ilerde tehdit unsuru olarak karşıma çıkmayınız ‘ dır..Bu iki cümle 25 yıldır süren savaşın sonuna geldiğinin bariz bir açıklamasıdır..
MHP-CHP çıkmazı
Keza görünürde süreci baltalamak isteyen , iki Türkiye partisini de görmek mümkün..Bunların sorunları ne olabilir? sorusunu yönelttiğimiz de ; öteden beri varlığını koruma içgüdüsü olarakta adlandırabiliriz..
CHP şimdilerde hangi tabanı koruduğunu, neyi savunduğunu bilmeyen 70 yaş bunalımı geçiren bir parti imajından ödün vermemekte ısrarcı gibi gözükse de ; sadece parti kolundaki sarı saçlı, kırmızı ojeli hatunları ve anlamsız laiklik propagandası zihniyetini elde koz olarak tutarak ,bu kesimi kaybetmeme çabası içindedir…önümüzdeki seçim sürecine bir nevi hazırlık yapmaktadır..
MHP ise , genel başkan seçme kriziyle boğuştuğundan, seçmen tabanını da unutmamak gerektiğini hatırlamış olmalı ki varlığını, gereksiz beylik laflarla süründürebileceği umudunu taşımaktadır. Bu açılım sürecinde milliyetçilik olgusunun peşinden koşmakta ısrarlı ,içi boş faşizan sembolü olarak kalma niyetindedir..
Her iki partide, kendini dışa kapalı bir dünya literatürüyle beslemekle birlikte sağ ve sol çıkmazı ile sonlarını hazırlamakla meşgul olduğundan bu sürece katkı sağlayamayacaklarını dile getirmektedirler.
TSK ’nın Sessizliği
Lorna’nın sessizliği imajına bürünen TSK’ dan ses seda çıkmamasını bir çok neden bağlayabiliriz…
Ergenekon örgütünün, yuvalarından tek sıra halinde çıkan karınca ordusu gibi her gün bir ast-üst devasa rütbeli furyanın, polisler tarafından eli kelepçelenip götürülmesi ,Taraf gzt.’sinin TSK kaynaklı Erdoğan’ı bitirme planlarını yayınlaması , bolluk-bereketin simgesi topraklarımızdan silahlar fış-kır-ma-sı ..gibi nedenler olmasını çok isterdik.. ”lakin bunlara tavır koyamayacak ,karizmadan yoksun bir orduya sahibiz.Sürecin bu aşamasında Obama’nın paketin de TSK ‘nın sürece dahil olması ters olduğundan, bir süreliğine Kışlasına geri gönderilmiştir..Geçmişteki yaptıkları devasa hataların peşine düşerek, yeniden halkın sempatisini kazanma gibi gayri meşru projenin de peşinde olmaları kuvvetle muhtemel gibide diyebiliriz..
DTP korosu
Bu sürece katkı sağlamak için elinden geleni yapmaya çalışan destek partisi,muhatap parti, PKK tabanlı parti, mi denilmesi lazım mı bir kenara bırakıp..
Sevgili Ahmet Türk’ün ılımlı , Emine Ayna’nın keskin , Aysel Tuğluk’un orta yollu çok sesliliği bir kenara bırakıp ,ortak bir düşünce etrafından seslerini yükseltmeleri gerekmektedir..Aksi halde bu süreçte ; yalnız ve yalnız Kürt partisi olarak kalacaklardır..Kısa süre sonra eksikliklerini aşamama-yenileyememekle kendini çöküşünü hazırlayacak ve hızlandıracaklardır..
Yeniden ABD ve Erdoğan ilişkisine dönecek olursak , kimimiz işkillenip ,temkinli olma hakkını kullanabilir ve ABD’ nin Türkiye devleti üzerindeki hegamonik iktidarına da inanmak istemeyebilir..Yine de sürecin bu safhaya gelmesini ABD’nin isteği ile olduğu gerçeğini değiştirmez..Keza Ortadoğu politikasını yönlendiren tek dış gücün ABD olduğu gerçeğini de bu sürecin buralara gelmesini destekler niteliktedir..

Beyaz Toros

Faili meçhul cinayetlerin en büyük tanığıdır. Vakti zamanında muş’a gitmiştim. gittiğim gün bulanık ilçesi kaynıyor..küçük sehpalar, üstünde semaverler ve küçük iskemlelere oturan insanlar fısıldaşıyor. x- iyi adamdı. y- herkese yardımcı olurdu. z- 3 çocuğu vardı. t-…. k-.. diye giden fısıltılar çalınıyor kulağıma…
soruşturdum nedir ne değildir diye…tarım kredi kooperatifinde çalışan bir adamdan bahsettiler. üç gündür kayıp olduğu, en son yol altlarında su geçişlerini sağlayan çemberlerden birisinin içinde bulunduğunu söylediler. çiftçi amcanın birisi tarlasında çalışırken inanılmaz bir ceset kokusunun yayıldığını farketmiş. “her halde hayvan ölmüş, onun leşidir” diyerek cesede yaklaşmış ve kokanın hayvan değil “insan” olduğunu görmüş. en son evden çıkarken bir yere bal almaya gittiğini söylemiş öldürülen adam…daha sonra haber alınamamış kendisinden..
“görgü tanığı yok muydu?” diye sordum içlerinden birisine.
şunu söyledi
- beyaz bir toros görülmüş terkedilmiş bir arazide. bir çoban görmüş, siyah t-shirt giyen adamlar çobanı tehdit etmişler, bizden birisini şikayet edersen öldürürüz seni demişler.
bunu duyunca aklıma abdulkadir aygan geldi niyeyse..çünkü o da hep o beyaz toros’tan bahsediyordu…
sonuçsuz kalacağını bildiğim için hiç bir şey diyemedim. tıpkı semaverden bardaklara doldurdukları çaylarını yudumlayan ilçe sakinleri gibi..

Kürt Gençlerinin Ergenliği

Hani sancılı anlarımız olur ya ,hani utangaçlığımızın dibe vurduğu ve sizin hal perişan iken etrafta size gülen yüzler olur ya,ne zordur demi.
Orta halli,yada fondip yaşayan bir Kürt kesiminden iseniz yani sokak taşlarının tozu dumanı yoldaş ise size ve gelir kaygısı,kavgalar olmazsa olmazlarınızdansa bir başkadır yaşanan şeyler.
İşte bunlar arasında gizli gizli yaşanan ve tüm hayatı etkileyecek çok mühim bir şey geçiyor:Ergenlik çağı..
Şimdi ergenliği koltuk altında biten iki kıla,yüzünde beliren iki noktacık olarak biliyorsan, unut.
Öle basit değil her şey…
**Sancılı dedim .Evet hem de fena bir sancı bu.Şöyle ki:ev halkı meselenin çokta odağında değil.Mağdurumuz yani ergenliğe girdiğini kabul ettiğimiz kişide kendindeki değişikliklerin suçluluk psikolojisinde.
Öyleydik yaw.Hatırlıyorum ilk bıyıklarım terlemeye başladığında garip bir suçluluk duygusu ve utangaçlık havası üzerimde vardı.Sanki suç işlemiş gibiydim,konunun bıyıklarımdan açılması beni deli ederdi,yerin dibine girerdim,hemen kaçardım.
Ve emin olun ilk bıyık kesme muhabbeti de iğrençtir. Çünkü artık bir “erkesiniz” ve bir bok elde etmiş gibi bir hava verilir size.
Hepside pohpohlamadır ..
Ergenlik çağının en büyük iki düşmanı ve kaçınılması gereken kişileri; Babalar ve Nenelerdir.
İkisi de acımasızdır,bu acımasızlık serbestlik ve mizahtan gelen bir olay.Onlar söylerken acayip zevk alırlar.
Baba sinsi bir avcıdır, çocuğundaki değişimi(erkeği kast ediyorum…lakin kızlara bulaşmazlar) çabuk fark eder.
Darbeleri tek tek indirir…
-heyytt….heyrana çavên te me ha….ka bêje ji babê xwe ra, gunnik reş bu ye?
Allah aşkına bu soru karşısında siz olsanız ne derdiniz.Yani cevap nedir bu soruya?
Zaten cinselliğinin en batık halinin yaşandığı evrelerdir,bide kürtsel halidir,bide ayıptır vs. durumları var yani.
Sabahın köründe ergen kardeşimiz yatağındadır ve baba başına gelmiştir..
Darbeler durmaz, yola devam edilir:
-Weyy weyy!! ka kurê kê ye? lawoo te çewa çadir çêkirîye? maşallahh
La hewle wele !!
Tahmin ettiğiniz gibi başlar öne eğik.Anne de duyarsa kıs kıs gülmeler.
Nineler yaşlarının getirdiği olgunluktan ve serbestlikten biraz daha rahattırlar…
Vurucu soruları şudur:
-ka tû xwen divînî?
Ya rab ya star!…
Babalar ve neneler ortaklığından doğan diğer birkaç soru ise:
-ka reş bu ye? (Kasık bölgesinin kıllanma durumu sorulmaktadır)
-nava te û keçîka çewa ye?
-keçîka paçî dikî?
Vs..
Aslında daha ağır soruları var ama yazmak istemem
Yani kısaca olay şu.Bu sorular eğlenceli hoş. Eyvallah !
De işte o çocuğun hayal dünyasını,cinselliğine bakışını mahf ediyor.
Sonrada Kadri Göral abêmize bir güzel malzeme oluyor.

Edî Bese !

Genç Xelil

ere lolo,were lolo,were lolo,were lolo….ax
Were lolo…were lolo,were lolo,were lolo,were lolo,were lolo….waê…..
Were lolo,were lolo,were lolo,were lolo,were lolo nemaê;
Ê nemaê,nemaê,nemaê,nemaê,nemaê,nemaê….wax,
Ezê ji bona genc Xelîl lawê apê…xwe nemî..yîyîîîîyîyînim li dunyayê.
****
hemen hemen bir çok kürt dengbejin(sanki başka millette denbej var da!) söylemeye çalıştığı, nasıl ki bağlama ustası olmak için haydar haydar’ı çalmak gerekiyorsa aha bu kılam da kürt dengejliğinde böyle bir yere sahiptir.
hikaye şarkısı ile birlikte 20 dakika civarı sürüyor. bu arada bir not: dengbejlerin söylediği kılamların orjinali hikayesi ile birlikte anlatılanıdır. yani part part hikaye anlatılır. sonra hikayedeki kahraman veya kahramanlar konuşturulur. ve ne hikmetse öyle uyaklı oyle edebi konuşur ki onu melodik bir şekilde söylerler. Neyse bu hikaye diyarbakırlı genç xelil adlı bir civanmerti anlatır. dönemin padişahı bir rüya görür. rüyasında 3 şehri alacağını ve bu üç şehri de diyarbakır’da yaşayan genç xelil(genç halil)’in alacağını görür. sabah kalkar kalkmaz veziri çağırıp rüyasını anlatır. vezire gidip bu adamı bulmasını söyler. vezir üç gün üç gece yollara düşer kürtler arasındaki adı amed olan diyarbakır’a gelir. sora sora bulur genç xelil’i. genç xelil’e durumu anlatır. genç xelil der ki: “ben bir kızı seviyorum. eğer onu bana isterseniz. ben de teklifinizi kabul eder, ordunuzun komutanı olurum. istediği kız da oraların ağa’sı olan amcasının kızıdır. vezir tamam der, amcasının evinin yolunu tutar. amcası şaşırır vezirin gelişine. çekinir de bir yandan “ne diye geldi bu vezir” diye. vezir durumu izah eder. ağa “hay hay” der. kızını yeğenine verir. genç xelil yeni evli birisi olarak vezirden üç günlük mühlet ister. sonra yola çıkar. padişahın rüyasında gördüğü gibi bu üç şehri de fetheder genç xelil. ama gel gör ki hastalanır ve yurduna dönemez. herkesin gelişine karşın gelmeyen genç xelil’i bulmak için yollara düşer karısı. arar bir süre…bir akşam kalacak yeri olmadığı için yaşlı bir adamın kapısını çalar ve tanrı misafiri kabul edip etmeyeceğini sorar. adam baş göz üstüne, lakin evimde hasta birisi var. sana da bulaşır diye korkarım” demiş. kadın da dert gelirse allahtan baş göz üstüne..kader der geçeriz demiş. içeri girmiş hasta yatakta yatan genç xelil’den başkası değil. içi parçalanmış her tarafı yara bere içerisinde olan genç xelil’e. ama genç xelil çok sevdiği karısını tanıyamamış. başlamışlar sohbete..kimsin nerelerden gelirsin falan fişmekan..genç xelil der ki “bizim oraları çok özledim hele bir kılam söyle bizim oralardan.” karısı başlar söylemeye..kılamında genç xelil’den övgü ile bahseder. söylerken xelil gözlerini kapatmış, bu dünyadan başka diyarlara gitmiştir.
tabi böyle çok basit bir hikaye gibi görünebilir. gel gör ki her sanat eseri kendi dilinde güzeldir. ve bunu manzum bir eser olarak dinlediğinizde üzerinizde yarattığı etkiler bambaşka olacaktır.
De lolo gec Xelîlo subebû çemê paşo newala hope bişewite ji dilê min û teranewel li paleDilê min ji bona pismamê min yane,yane,kale,kaleBihîstina min bihîstiye,pismamê min nexweşe nexweşekî jê dib ê haleEzê rabim destê genc Xelîl lawê apê xwe bigrim leylîfkim yalî male,Ji êvarê heyanî sibê jêra bibime naz balîfe,balgîbe,berpale.
Bira sere xwe bide ser cotê zendê mine zer badayî,
Sûretê xwe bide ser cotê zer memikê minê nîşanî bi xale.
Dema tuê berê xwe bidî welatê xerîb û vê xerîbstanê;
Ezê cotê reş gulîyê xwe jêkim ji hespê pismamê xwera bikim doxhevsare,
Xizêma poze xwe bikime bizmale;
Kimbera pişta xwe dîsa vê subengê mal xibo ji hespê pismamê xwera bikim nale.
Ezê kimbera pişta xwe ji hespê pismamê xwera bikim nale,
Dema tuê berê xwe didî welatê xerîb û xwerîbstanê,di nava heval û hogira,
Ay de bira kesekî mebêje genc Xelîl Kurmance,Kurmancekî bê pergalê nemaê;
Ê nemaê,nemaê,nemaê,nemaê,nemaê,nemaê….wax,
Ezê ji bona genc Xelîl lawê apê…xwe nemî..yîyîîîîyîyînim li dunyayê.
De lolo genc Xelîlo subebû min sondxwarî ;
Bi sonda qesemê dema tuê berê xwe bidî welatê xerîb û xerîbstanê
Gelo vê subengê wezê didû tera tu car û tu zemanî ji xwera tu malê nakim.
Ezê pismamê xwe di hêşa konê Erebî ji xew rakim,
Kolozekî deveturkî bînim nava çavakim,qondirekî Helebî di lingakim,
Ebakî Besra bînim nava milakim.
Eger pîra dê kali bavê qayîl bûne jixwe qayîlbûne, gava ku qayîl nebûn koma bira û pismama teva bi
qurbankim.
Xwe berdime welatê xerîb û xerîbaê, welatê di Türkîya ê, Hemuş û Heka ê,Musil û Bexda ê, Beyt a Şerîf Beytulla ê, Stembol a şewitî nîvê dunya…ê…,
Qasekê rûnêm li ber kanîka vê sera ê,cotê şalûl û bilbil,têlî tembûra peydakim,
Bînim ser sere pismamê xwera bi dardakim,bi surra subêra,bi azanya mellara,
Bi qêrînê dîkara, bi kile kilê meşkara, bi lûbe lûbê jinebîyara.
Bi dengê qîzan û bûkara, fîtînê nêçîrvanê serê çiyanra, hokînê şivanê ber keryara, norînê Devçîyê ber Devanra;
Bi zereqî tavî serî subêra, bi dengê lawî Kurdanra, birqinê di şûranra,
Bi engê dengbêjan, bi defê dewrêşan, bilûr ê bilûrvanan, bi sazî sazbendan,
Bi dengê şalûl û bilbilan, têlî tembûran qasekê;
Ji kedera dilê xweyê bi mereqê bi kederra, Gelo segmanê cindî dîsa ji dilê xwera ji xew rakim nemaê;
Ê nemaê,nemaê,nemaê,nemaê,nemaê,nemaê….wax,
Ezê ji bona genc Xelîl lawê apê…xwe nemî..yîyîîîîyîyînim li dunyayê.

Popüler kültüre karşı durmak !

Günübirlik tüketim kalıplarına karşı durmaktır popüler kültüre karşı olmak…yoksa simpsons, saw, star wars izlememek değildir.İnsanların davranış ve tüketim alışkanlıklarını belirleyen trendlerin günübirlik ve bir tarafları yönlendirirken bir taraflara para kazandırma amacı güden bir kültüre karşı olmaktır. Petek dinçöz’ü bugün benimseyip ertesi gün yaşlandığında sırf vücudu pörsüdüğü için ve sesi para etmeyeceği için bir kenara atıp yeni kokonalar yaratan zihniyete karşı durmaktır. “sanatçı” adı altında her gün yeni bir ses ve yüz çıkarılmasına ve bunların dayatılmasına karşı duruştur.
Her sene yenilenen ve kimin tarafından yaratıldığı belli olmayan moda kavramına ve üretimine karşı durmaktır. kendine yakışanı giymektir..Herkesin giydiğinden giymek için sıraya girmemek, sıradanlaşmamaktır.
Zilyon tane müzik varken, bir iğne ile kuyu kazar gibi kendi müzik dinleme tarzını yaratırken, dayatılan kalitesiz ve yarın unutulacak olan müzikleri dinlememektir yeri geldiğinde…Şimdi bir mcdonalds, bir burger king ve bu türden bir yeri ele alalım..bunların özelliklerine bakıldığında altında yatan felsefe “fast” yani “hızlı”dır. peki bu sadece yemek olayında mı geçerlidir? hayır..orada dinlediğiniz müzik gayet alelade, oturduğunuz masalar sert, servis hızlı, herşey pratik…peki bunun altında yatan olgu nedir biliyor musunuz? sizin orada yemeğinizi yiyip bir an önce oradan kalkmanız ve yerine yenilerinin gelmesi..yoksa en azından benim karşı çıkışım “amerikan malı bunlar, emperyalistlerin şirketi” şeklinde değil. en temel ihtiyacımız olan yemeğin(aynı zamanda insanın en fazla keyif aldığı etkinliklerden birisidir de) böylesine hızlı dayatılması, ve bunun bu kadar geniş yığınlar tarafından uygulanması birileri tarafından dayatılıyor…
Her gün müzik alanında yeni yeni yüzler çıkıyor..”tek şarkılık sanatçılar” olarak tabir ediliyor büyük çoğunluğu..Bir şarkısını dinledikten sonra unutuluyor..ama işin garip yanı günde onlarca kez gözümüze kulağımıza sokuluyor. İşte popüler kültür budur..
Evet şöyle denebilir; dostum öyle diyorsunda popüler kültür halk kültürü anlamına gelmektedir. zaten isyan noktası da bu ya..bunu halk yaratmıyor ki..dayatılan ve dayatıla dayatıla benimsenmiş bir kültür ortaya çıkıyor..
En azından; Petek dinçöz dinlemektense ezginin günlüğünü dinlemeyi tercih ederim. Çünkü petek’in vücudu pörsüdüğünde sesinin de 5 para etmediği anlaşılacak ve silinip gidecektir;ama ezginin günlüğü sanatıyla varolacaktır..

Kürt kültür kurumlarındaki ahbap-dost ilişkileri

“Her şey yolundaysa ve kimse itiraz etmiyorsa bir sorun var demektir”. Yıllar önce okuyup, ismini hatırlamadığım kitapta geçen bir söz. Bugünkü kürt kültür-sanat kurumlarındaki herkes memnun halinden’in bir nevi izahı. Yeterince homojenleşmiş katılım, herkesin herkesi tanıma durumu(akrabalık), ben onu da tanıyorum un arka planında kardeşim saz çalar, ben gitarı, dayım da albümümüzü çıkarır gerçeği. Dünler ve bugün itibariyle de değişmediğine göre bugünleri de içine alan bir gerçek. Bir olay düşünelim şimdi: çok iyi bir müzisyen olduğunuzu düşünün. Ciwan Haco olduğunuzu varsayalım. Kürt müziğini dünyaya tanıtacak bir albüm yapılacak ve siz prodüktöre başvuruyorsunuz ama red cevabı alıyorsunuz. Ama Ciwan Haco sunuzdur ve bir bakmışsınız ki ertesi gün albümü kabul edilen kişi siz değil de prodüktörün dayısının oğlu. Veya bir film yapılacak, filmde oynayanların hepsi ana bacı kardeş, aynı memleketten, aynı mahallenin çocukları. Ya da ünlü bir kürt varsa muhakkak aynı soyadını taşıyan en az bir ünlü kürt daha vardır da diyebilirsiniz buna. Eğer siyasette ünlü biri varsa , diğeri farklı mecrada da ünlü olabilir, konumuz bu değil zaten. Sezarın hakkı sezara verildikten sonra bir de sezarın hatırı için Veysel e de veriliyor o imkan. Veysel o imkanları kulanıyor, ha nasıl kullanıyor ne üretiyor, hepimiz görüyoruz ama önemli değil zira Sezar ın sonsuz hatırı vardır bizde, kıramayız.
Efenim biz üretiyoruz ama halkımız sanata duyarsız. Ürettiğiniz hangi sanata duyarsız kaldık demek geliyor içimden. Demek geldiği için demeyi de tercih ediyorum hatta. Hangi düşündürücü cümlenin hakkı verilmedi(okunanların dinleyiciyi düşündürmesi), ya da hangi iyi üretilen albüm hakkını almadı(bunu satış rakamlarıyla değerlendirmiyorum, dinleyici kitlesi ve kalıcılık) ve hangi film yabana atıldı kaliteli olduğu halde. Bir işte başarısız olununca biz Kürtlerde adettendir, bireyin başarısızlığı değil toplum başarısızlığıdır, eğer birey başarılı ise de bu sadece bireyin başarısıdır. Bu da ilginç bir durum
Kürtlerin yeteneksiz insanlar olduğunu hiç düşünmüyorum ama eğer o işi yapmaması gereken bir kişi yaparsa da yapılan şeyler sonucunda Kürtlerin yeteneksiz ve bi işe yaramayan olduğunu düşünür, amiyane tabirle “biz Kürtlerden bi cacık olmaz “ dersiniz. Haklı değilsinizdir ama göstergelerin Allah belasını da kahretsindir. Sokakta yürürken arkadaşının tüttürdüğü türkü karşısında ula hemo senin sesin güzelmiş sana bi kaset yapalım hakket diyen prodüktör, sıradan bir replik bağışlamış arkadaşını tiyatro kadrosuna alan tiyatro sorumlusu, veya sınırlı hatta hiç sinema deneyimi veya bilgisi olmayanları oyuncu kadrosuna aldıran yönetmen veya aldıran yönetmenin dostu kadar biz de suçluyuz. Hesap soramayız, çünkü bunların geçmişte bu gibi alanlarda tecrübesi olmasa bile bir dostlarının veya akrabalarının hatrı veya başka mecralarda emeği var ve hatır her zaman beceriden, daha iyiyi yapabilmekten elbette güçlü bir argümandır.

Cennetin Çocukları | Bacheha ye Aseman

Kusi ji dîkâre bîfire filmiyle birlikte izlediğim en iyi iran sineması ürünlerinden birisidir. Hoş şimdi Kusi ji dîkâre bîfire filmi ne kadar iran filmi o da ayrı bir mesele. Öte yandan bir de afgan filmi vardı halid huseyni’nin kitabından uyarlanma, uçurtma avcısı.
O da çocuklar üzerinden hareket ederek büyük bir etki bırakmıştı. son dönemde de slumdog millionaire’de de vardı benzer çocuklar. dikkat ediyorum böylesi filmlerde oynayan çocuklara. kocaman kocaman adamlara taş çıkarırcasına gerçekçi oynuyorlar. yaşından beklenmeyecek düzeyde sade ve kaliteli, sırıtmayan oyunculuklar vs.. düşünüyorum sonra böylesi roller bu topraklara özgü ve bu çocuklar yoksulluğu hiç zorlanmadan oynayabiliyorlar.Filmin baş kahramanlarından ali’nin 3. olmak için verdiği çaba bir nevi kendi kendine yetme çabası, hırstan ziyade ihtiyaçtan kaynaklanan bir azim. Aklıma niyeyse üniversite yıllarından bir anımı getirdi.
Bir gün sürekli alışveriş yaptığımız markete gittim ekmek vs almaya..o zamanlar parasız pulsuzuz..markete gittim kimse yok, bir iki seslendim ses veren olmadı. ben de sigarasızlıktan dolayı sigara bölümüne yönelerek bir paket monte carlo aldım. o an kalbimin atışı inanılmazdı. marketten çıktıktan sonra aklıma daha müsait durumda bulunan marlboro veya parliament paketlerinden neden almadığım geldi. sonra bunun zevkten değil biraz da ihtiyaçtan kaynaklandığını düşündüm.. belki çok alakası olmayabilir. ama koşudaki 3. olma çabası aklıma bu anımı getirdi.
inanılmaz nitelikli bir filmdi. izlenesi ve izlenmesi şiddetle tavsiye edilir.

Hozan Beşir

Hozan Beşir diye bişey var a dostlar. Haberiniz var mı?Muhtemelen var. Zira youtube da milyon kez izlenmiş videoları, sıkı hayranları olan birinden haberdar olmamanız teknoloji çağında biraz zor. Nette karşınıza çıkmamışsa da cep telefonu melodisi olarak duymuşsunuzdur.Şey dediysem yanlış anlaşılmasın, şeyden kastım yaptığı müziği,oluşturduğu etkiyi sınıflandıramam. Yoksa kendisiyle bi sorunumuz yok yani.Baştan söyleyeyim müzikten pek anlamam. Ama o sinir zıplatıcı elektro sazının, detone sesinin farkında olmak için bu işten anlamak gerektiğini de düşünmüyorum.Bugüne kadar kendisinin sadece bi şarkısını tamamen dinleyebildim. O da sanırım ilk şarkısı olan elfida idi. Bu yazıyı yazmak için diğer şarkıları da dinlemek istedim ama her seferinde 1 dakikadan fazla dayanamadım, kapatmak zorunda kaldım.Kendisi ile ilginç olduğunu düşündüğüm bi tanışma hikayem var onu paylaşmak isterim.Ajdar’ın Türk TV’lerini kasıp kavurduğu dönemde arkadaşlarımdan birinin telefonuna şarkı atarken görüp “kim bu?” diye sorma gafletine düşmüştüm o zaman. Arkadaşım yeni çıkmış biri deyince ben de heyecanla dinleyeyim dedim. Ki demez olaydım.Dinlerken güldüm. Aklıma Mardinli, Diyarbakırlı DJ’ler geldi. Bi kaç kez onların böylesine komik işlerine rast gelmiştim. Müzik piyasasını inceden alaya çalışmaları, imkânlarına göre baya da iyiydi. Hozan Beşir’i de bunlardan biri sandım ilkin. Dedim ki bu Ajdar ve benzerlerine, onları her gün TV’lere çıkaranlara “bakın da nasıl berbat şarkı söylüyorsunuz, milleti ne gibi bi şaçmalıklarla uğraştırıyorsunuz” demek istiyor. Bu fikri Arkadaşımla paylaştım “ yoo adam gayet ciddi söylüyor” cevabını alınca çok şaşırdım. Böyle bi şeyin ciddi olduğuna ihtimal vermiyordum. Şakaydı bana göre. Şaka olmalıydı.Sonra bu şarkıyı hiç bişeyden haberi olmayan kardeşime dinlettim. Dinletmeden önce de “ berbat şarkıcılarla kafa bulmuş” dedim. Bu güdüyle şarkıyı dinleyen kardeşim de katıla katıla güldü. Gerçek olduğunu söyleyince o da benim gibi siktiri çekti doğal olarak.Başımdan geçen bu olayı, şeytan icadı feysbukta, bi arkadaşımın paylaştığı Hozan Beşir videosu altına yazdım.O arkadaşım beni sildi önce. Sonra da mail atarak, “bizden” bi sanatçı hakkında nasıl böyle konuşabildiğimi sordu. Bu soru önemli. Çünkü daha önce de defalarca karşılaştım bu soruyla. Sadece Hozan Beşir için değil eleştirdiğimiz her Kürt sanatçı için karşımıza çıkan fix sorudur bu. İşte bu abimizi değerlendirmemiz gereken alan da burası kanımca. Benim için de sorun bu zaten. O kişinin “bizden olması” yani…Her şeyden önce birinin “bizden” olması onun yaptığı işi eleştirmeyeceğimiz, yaptıklarını mutlaka beğeneceğimiz anlamına mı geliyor acaba? Bunu anlayabilmiş değilim.Ne yani bizden diye bütün saçmalıklara göz mü yumacağız?Özellikle de müzik konusunda. Öyle olacağını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.Kürt kültüründe müziğin önemi diğer toplumlarınkinden daha fazladır. Çünkü bugünkü yazılı ve sözlü edebiyatın neredeyse hepsi müziği temel alarak inşa edilmiştir. Dengbejlik gibi çok önemli olay vardır Kürtlerde. Yasaklamış dillerinin en güzel hikâyelerini, efsanelerini, şiirlerini, şarkılarını hafızalarına kazıyıp, güzel ses ve anlatımları ile toplumun zihnine de kazıdılar dengbejler. Dilden dile dolaşmasına, unutulmamasına ön ayak oldular.Üstelik ne bi eğitim ne de bi teknik destek aldılar. Ve neredeyse hepsinin sesleri şahanedir.Dengbejlik üzerine fazla konuşmaya gerek yok sanırım. Hepimiz bu konudaki gerçeklerin farkındayız.İşte böylesine bi ortamda, bilgisayara bağladığı sazının 2 telini oynatıp sinir bozucu ses çıkaran, şarkıları berbat eden Hozan Beşir’in bu kadar çok talep görmesi benim zoruma gidiyor açıkçası.“Bizim” müzik kültürümüz bu kadar genişken, “biz” Hozan Beşir gibi birine prim tanımamalıyız. Bu kültürün mirasçı olarak Beşir gibi biri de bu kadar kalitesiz şeyler üretmemeli.Kimseye illa dengbejleri dinleyin demiyorum. Ama müzik dinleyeceksiniz Kürtçe de gerçekten de teknik altyapısı, sesi süper olan bir sürü sanatçımız var. Bana göre Hozan Beşiri dinlemek bile kaliteli işlere imza atmış bu kişilere karşı ayıp olur.Türkçe müzik piyasasını takip ederken de sık söylediğim bir atasözü var. Derki: Her topal eşeğin kör bir alıcısı vardır. Beşir ve taklitçilerini görünce şunu anladım ki bu sözü yavaş yavaş Kürtçe müzik piyasası için de kullanmaya başlayacağım. Umarım sık kullanmak zorunda kalmam.

Kürt Klip Anlayışı !! – 1

Klip zor iştir.En basitinden hayal gücü ister.
Şarkıyı özümseyeceksin ve kurgusunu eline alıp,olanakların çerçevesinde ortaya alımlı bir şey vereceksin.
İlk cümlede hayal gücü dedim ya.Aslını sorarsanız burası biraz karışık.Yani tam emin değilim.Kürtlerin hayal gücü “yasaklı” şeylerde çok iyidir.Onun dışındaki hayat döngülerinde çokta kullanmayı sevmezler.Napolyonist bir güzergah izleniyor kanımca,yani fırsatları bekleyeceksin.Fırsatını yaratma meselesi pek göze gönle hitap etmiyor,primi de yok.Sallayıp durma demeyin sakın,bir şey salladığım yok kendimden biliyorum…
Öss’de kalkıp uydudan kopya çeken sevgili Amed’li kardeşlerimi unutmuş değilim.Keşke fiziğe yada kimyaya o kadar kafa verselermiş.
Arz-talep meselesi diyelim.Hani derler ya,bir insanın iki bereketi olurmuş.Beden ve zihin.Çok çocuklu olma sebebimizi de anlamış oluyor muyuz?Beden bereketimizi sonuna kadar kullanıyoruz.Kürtlerde ki sevinç nidası ile “oxeyyşş” diyene kadar..
Neyse..
Müziğin kitlelere ulaşmasında ve sevilmesinde kliplerinde yeri ayrıdır.Sevdiğiniz melodileri,sevdiğiniz sanatçının iyi kötü görüntüsü ile görmek güzeldir.Sevginizi ve ilginizi pekiştirir..
Benim değinmek istediğim konu son yıllarda iyice klip cennetine dönüşen Türkiye’de ayrı bir cennet olarak göze çarpan Kürt klip sektörü…
Din iman berbat! Yani peşin konuşalım,saçma bir klip anlayışımız var.
Şehirlerin yereline sıkışmış kürt müzik grupları yada solo albüm yapan abêlerimiz ablalarımız bayağı bir fazla.Şuan Kürt coğrafyasında metrekare başına bir sanatçı düşüyor.
Herkes iddialı,herkes tarz..
Yerel bazda uğraş veren bu değerli müzisyen arkadaşlarımızda çeşitli kategorilerde başarı şansı buluyor.Örneğin düğünlerden popüler olanlar var.Yada çıkardığı kaset ile,ki kaset eskiden A yüzü ve B yüzü olmak üzere çıkardı;şimdilerde zahmet edilip şarkı adları yazılıyor,genelde düğün içeriklidir.Yani yerelden bu dünyaya giriş yapmak isteyen arkadaşların aşk parçaları,yada tek parçalık “heval siyaseti” kokan parçalarda pek şans bulmuyor.Biraz kovalamak gerekiyor galiba..
Diğer şans bulan bir grup ta dini müzik yapanlar.İlahi tarz ile damardan girip kürt-islam sentezine dem vuranlarında baya hayranı var.Xalê Şêxmûs’un “can can tû canî” parçası geçmiş ve gelecek kuşaklar için ayrı duruyor mesela.Yine bir ara “bijî cehennem” gibisinden bir şeyler vardı..O nasıl sözlerdi öyle law ! Ji bo zalîmê xwîn xarî bijî cehennem! Diye giriş yapıyordu..

Bunların ortak özelliği çekilen kliplerde hemen beliriyor.Hepsi aynı mantık..kabaca tarif edecek olursam “düz mantık”..
Mesela albümümüz Yaşo û Evîn’den olsun.Klip çekilecek..Yada dünya ve Bismil tarihinin en efsanevi insanı Bismilli Zeko klip çekiyor olsun..
Bir adet düğün müziği,bir adet folklor grubu,bir adet on gözlü köprü,bir adet davul zurna,bir adet yerel kıyafet ve bir adet kamera.
Çal keko çal !!
Dini parçalarda ise bir adet Filistin görüntüsü,bir adet arkadan ses!
Klip hazır..Bin bir emekle hazırlanan bu güzelim yapım artık raflarda yerini almıştır.
Ve ilginçtir bu pazarın alıcısı her daim var…
..
Yerelden çıkıp biraz daha göz önünde olan Kürtçe parçalar ve çekilen klipleri üzerinden bakacak olursak;ortam yine berbat..
Hatırlıyorum bir ara Feyzullah Yıldırım sendromu başlamıştı bende.
Hangi klibi izlesem arkasından onun imzası var.Günlük sanırsam 4-5 klip çekiyordu,yoksa yetişmesi imkansız.
Şimdi de bir klip getirin ama kimin çektiğini söylemeyin.Size Feyzullah’ın olup olmadığını söyleyeyim.O derece iddialıyım yani..
Bildiğim bir şey varsa o da sayın Yıldırım’ın tam bir klip katliamcısı olduğu..
Bir tarla keşfetmişti.Herkesi oraya toplayıp klip çektiriyordu.Sadece elbise değişiyordu.
Birde yaşlı bir vazgeçilmezi yaşlı bir teyze..Gerçi yaşlı teyzelere kafa takmak nerden geliyor bilmiyorum ama çok Kürt kliplerinde kullanılır.Duygu ajitesi için iyi oluyor galiba.
Yine çok ilginç bir şey vardı.Feyzullah bey,şarkının sözlerine aynen klip çekiyordu..
Hemen anlatayım size..
Başrollerde Şahê Bedo..ve gula çîya adlı şarkısı..
Klip yönetmeni Steven Feyzullah Spielberg!
Şarkıda “gula çîya” geçtiği gibi.Kamera hemen dağa çevriliyor ve bir çiçek beliriyor..
Birde komik olan ne biliyormusunuz? Şahê Bedo’yu takım elbise ile Allah’ın dağına çıkarmak..Ee yuhh!
Diyelim ki İbrahîm Rojhilat “esmer eman eman” okuyacak…
Okuyalım..
Esmer eman eman,esmer eman eman,dîlber eman delalê yeman
Jî kulîlka dora çeman ..
Aha!! Çem(ırmak) lafı geçti..kamera hemen bir ırmağa döner ve kız orada görünür..
..
Geri kalan sahnelerde şarkıyı söyleyen illa bir tarladadır..çiçekler arasındadır..Itırcık pıttırcık ezme senfonisine giriştir bu kısım…

Şev tê bîra min, tu xewnek pûçî

“Xwezika min zanîba ka tu çawanî
nav baxê gula de tu bûyî mêvanî”
diye başlayan ama devamındaki sözleri bir türlü yazabilecek kadar anlayamadığım bir “sitran” dinliyorum saatlerdir.
Erdewan Zaxoyî söylüyor “Xatira Dixwazim” sitran’ın ismi, uzunca olmasa da bir uzun hava ile başlıyor. Tesadüfi denk geldim ve dinliyorum.
Buraya kadar her şey normal gibi görünüyor olsa da, hayali olarak tahayyül ettiğim(!) bir zaman ve mekanda buluyorum kendimi.
Olmaması gerekse de ortam siyah-beyaz bir hal alıyor, malum nostalji dediğimizde sağ olsunlar eski fotoğraflar ve filmler sayesinde bizden yüz yıl önce yaşanan veya yaşayan her şeyin siyah-beyaz ve renksiz olduğunu belleğimize yerleştirmişler biz farkında olmadan.Bu sebeptendir ki, hayalimdeki tahayyül siyah-beyazın aslında bir aldatmaca olduğunu bile bile ötesine geçemiyor.
Zaten tek sorun bu da değil, ortalama olarak yüz yıl öncesini siyah-beyaz sanan bizler (sanmayanları tenzih eder ve kutlarım) daha geriye gittikçe hayatı minyatürler sayesinde renkli görürüz, dikkat edin renkli görürüz ama bu kez de abartılı insan ve hayvan çizimleri hareketsiz olduğundan neredeyse onları da hayatlarını hareketsiz bir şekilde idame eder bir şekilde tahayyül ederiz.
Teknoloji ilerledikçe harekete kavuşan görüntüler,bununla birlikte renksizleştikçe basitte olsa bir çelişkiye sebebiyet veriyor değil mi?
Ha, daha da ileriye(ileriden kasıt geridir, bir nevi moon walk, rahmetli ! ne güzel yapardı) gidersek örneğin m.ö 10,000’lere zaten çelişkinin kralı karşılar bizi, her şey animasyondur artık o gariban belleğimizde.
Tabi o zamanları yaşayanımız olmadığından da gariban belleğin de bir suçu yok galiba.
Mesele bu değil, benim bir türlü o eski zamanları hayalimde renkli olarak tahayyül edemiyor olmam mesele.
Hatta o en güzel olduğuna inandığım zamanları siyah-beyaz olarak hayal etmemizi aslında gizli bir gücün istiyor olma paranoyası bile var bende.
Özlemini çekmeyelim,bahsedildiğinde bilinçaltında “lan zaten her şey siyah-beyaz, zevksiz bir dünya, ama şimdi öyle mi her şey daha canlı, yaşasın teknoloji ” sesleri yankılansın diye.
İşte o renklendiremediğim zaman ve mekan, bütün baskılara rağmen sanki daha önce yaşadığım ve tadına doyamadığım bir lezzetin özlemini yaşatıyor bana.
Sadece ve sadece bir rüyada görerek aşık olunan bir güzelin, kim olduğunu, nereli olduğunu, ismini bile bilmediği bir güzelin, gözlerini unutmamak için hergün rüya görmek isteyen bir aşık…
Biliyor ki gerçekte asla göremeyeceği o gözleri ancak rüya görmeye devam ettikçe görecek.
İnsanlığın modernlik, medeniyet ve teknolojisine bugün baktığında güldüğü bir dünyanın, bugünden daha çekici gelmesi ve hiç yaşanmamış olsa da özlenmesini garipseyenlere ısrarla reenkarnasyonu savunup sıyrılabilirisiniz.
Hatta sıyrılmakla kalmaz, eskiye özlemi garipseyen/hor gören o “belengaz” lara daha kültürlü modern vs. görünürsünüz.
Eskiyi özlemenizi kabullenmeyenler, reenkarnasyona inanmasalar bile nedense size hak verebilirler.
Tabi bazısı ısrarla kabullenmez, dinlemez reenkarnasyon falan “ bak internet, bilgisayar, telefon, playback, facebook hatta elektirik bile eskiden yoktu” der dururlar.
Daha da kızıp “düşünsene msn yok, hakkarim.net yok, bunlar olmadan bir dünya düşünemiyorum” bile diyebilirler.
Siz ne kadar “dünya, bu saydıkların olmadan yaşanmaz bir yer olsaydı, sende olmazdın o zaman” deseniz de nafiledir.
Çünkü mesela hakkarim.net hayatın ta kendisidir, hele bir de sanal bir aşk edinip, puanı 1.600’ün üzerine çıkarttın mı değmeyin keyfine…
Halbuki kıytırık okey salonlarının bile bir değeri vardı, en azından bayat ve zehir gibi olsa da çaylar gerçekti…
Şimdi teknolojiyi ve anlamsız ilerlemesini kabullenemiyor olsam da, dünya kendini yıkmaya doğru ilerlerken yanında istemeden de yürüyen biri olsam da, eskiyi özlememi hiçbir teknoloji engelleyemese de, teknolojiye mahkum olmamı da hiçbir “eskiye özlem” engelleyemiyor.
Suçlu kim, mahkum kim, cevabı hepimiz biliyoruz.
Sitran’ın son anladığım sözleri;
“…
şev tê bîra min, tu xewnek pûçî,
kesî negote min, evîn firoşî,
bo çi cana min, tu min difroşî,

çawa nekim, qîr û hewar û gazî…”

Aldous Huxley mi George Orwell mi kazandı

Platon’un Devlet’i,Thomas Moore’un Utopya’sı ve sonrasında gelen onlarca kurgusal yolculuklar.İnsanın milyonlarca beyin hücrelerinden dolana dolana kağıtlara dökülen düşler,hayaller,istekler.Bir taraftan da düşünce denen soyut dünyanın yolculuğu,önüne geçinememezliği,kendine hayran bırakışı..
Süregelen zaman dilimlerinde pek çok isim de bize düşünce dünyalarını sundu; Wells ve Ray Bradbury gibi..Fakat bu isimler arasından iki kalemşör öngördükleri toplum modellerinin doğru çıkmasıyla unutulmazlar arasına girdiler.
Aldous Huxley ve George Orwell..
Gerçi günümüzde de halen bu iki eserin utopik veyahut dis-utopik oldukları konusunda iyi tartışmalar dönüyor.Ben bunlara girmeyeceğim pek,haticeden öte netice ile az ilgilenip oradan sözü ayça’ya bağlamak ve finali banu alkan ile yapma peşindeyim.Ama şunu da söylemden edemiyeceğim.Özü itibari ile iki eserde alegorik değil midir? Böyle taş gibisinden pitoresk değil midir? Evet..Hayır ? vs..
George Orwell’in 1984 adlı eseri ve Huxley’in Yeni cesur dünya adlı eseri konunu referans noktalarıdır.1984 adlı eseri daha popüler gibi.Medya’nın telaffuz etmekten haz aldığı bir eser.En çokta şu lanet olasıca biri bizi gözetliyor yarışmalarının döndüğü zamanda popülerdi.Eray’lı,Melih’li,Edi’li,Büdülü kahramanaların dünyasının sosyolojik analizini yapan sevgili sosyologların ekranda ağızlarından çıkarmadığı kitap idi.Evet toplum Big Brother ile tanışmıştı.Tabi Echelon’u es geçecekti;neden geçmesin ki.Onda kavga magazin yoktu,derin ve sessiz bir işti.Projelerin şahı idi..Yalnız saolsunlar pek değinmediler işin arka yüzüne.Demediler arkadaşlar bakın bu biri bizi gözetliyor programları birkaç yıl sonra Allah’tan bile daha iyi gördükleri Mobese kameralarının ön aşamasıdır.Ve gerçekten de bizler yakında kıçımıza da takılacak olan mobese kameralarına tepkisiz kaldık..Universite köşelerinde öğrencileri saniye saniye zoomlayan bu deli zırva aygıtları,şehir sokaklarında an ve an kayda girdi bizden habersiz.Sonra da devlet-medya işbirliği ile müşterileri biz saftirik milletyusa “falan sokakta hırsızlık oldu,polis mobese kayıtlarından yakaladı onu” diyerekten bilinçaltına enjekte etti,ne kadar işe yaradığına dair.Ne kadar yararlı bir şey olduğu ve aslında bizi düşünülerek yapıldığına dair.Kabul edelim yuttuk..
Bu örneğini verdiğim gözetleme olayının ilk ayağı biraz Orwell kokuyor,ikinci ayağı ise-milletin kabul etmesi- ise Huxley kokusudur,anlattığıdır.Şimdi buradan yola çıkarak sorarsak.Sizce hangisi haklı? Zaman kimden yana çıktı?
..
Medya araştırmacısı ve işin pirlerinden Neil Postman “öldüren eğlence: televizyon” adlı kitabının önsözünde de bu tartışmaya girerek başlar ve ekler “Aldous Huxley” kazandı.
Konuyu biraz daha açayım.
George Orwell özetle dedi ki(1984 romanında);egemen güçler;kontrolü ellerinde tutmak için her şeyi yaparlar.Sizi her yerden izlerler,takip ederler.Kendi oluşturdukları birimler ile şiddet de bir araç olmak üzere “korku imparatorluğunu bilinçsizlikle evlendirerek” aşılamayı öngörür..Öyle bir zaman gelecek ki; kölelik özgürlük,savaş barış olacaktı,tabi bunlar dayatma ile söylenilenlerdi.Sistemler tanrılaşır halk izin verirse.Düşünmek en büyük suçtur ve big brother denen mekanizmanın,teknolojinin herkesi izleme hakkı vardır.Bunun sorgulanması yasaktır.Şehvet vb. duygular devlet kontrolündedir…
Ve buna benzer argümanlarla kitabının her sayfasını döşer Orwell.

Huxley ise olaya farklı bakar Yeni Cesur Dünya adlı eserinde.İç Londra kuluçkalama ve klonlama deyip giriş yaptığı kitapta sizi ilk bölümde genetik bilgisi ile tarumar eder.Devlet şiarının istikrar ve hüküm olduğu o laboratuar kapılarından sizi sokar içeri ve çıkarmaz bir türlü.Sınıflar yaratan Huxley (alfa,beta,epsilon vs.) her birine görevler yükler çocukları tüplerde üretir.Doğumla beraber onlara görevler yükler,şartlandırır belli şeylere.Günümüz nanoteknolojinin ulaşmaya çalıştığı bir kıvama kafasından kilometreler önceden düşler ve devam eder.Dinin pek önemi yoktur,ama insanlar arasında ayrım vardır ve bağlı olacakları uyuşturucu da.(Soma)..Sınırsız seks.Hedonist yaşam..İsyana gerek yok.Bir şeye mi ihtiyacın var? Senin yerine düşünmüştür üst tabaka,sen merak etme.Bireyselleği yeren kitap,toplumsal aidiyete dem vurur ve onun üzerine şartlandırır seni.Tüm bunlar arasında ezilmişliğe ve ayrımlara karşın insanlar mutludur.Zaten amaçta budur.Ve kimse şikayet etmemektedir.Çünkü hazsal istekler olağan derecede ağır basmaktadır.Zor gibi görüne şeyler doğallaştırılmıştır..

Kısa içerik değinmelerinden sonra,arkamıza yaslanıp baktığımızda Huxley gerçekten de kazanmış gibi duruyor.Althusser “devletin ideolojik aygıtları”nda anlattığı işin ikinci ayağı olan “ideolojik” kısımda bu vesile ile su yüzüne çıkan yağ misali gibi duruyor.İnsanlar artık kendileri istiyor çiplerin enselerine takılmasını.(11 eylül paranoyasının nimetleri).Irak’ta artık ölümlerin olmadığı güne şaşırır oldular insanlarJaponya’da insansız okul yada diğer adıyla artık okullara gerek yok teknolojileri az kaldı Hurriyet’in manşetlerinde yer almaya .Zevk ve uyuşturucu bağlamında tam gaz devlet müdahalesi var.Ve artık yeni yollar yeni planlar zorla değilde zamana yayılarak göze sokula sokula kabul ettiriliyor.İnsanlar artık isyan edene “ne lan bu” dedikleri bir dönemece giriyor.Kabullenmişlik ve elbette sosyolojinin dediği gibi “hegomanya-doğallaştırma” meseleleri..
Gelecekte egemen güçler çok uğraşmayacak,zaten kuzu kesilecez..Huxley’e katılıyor; İnsan ve İnsanlar adlı kitabında “….Görülüyor ki bilgisizliğe katlanmayan insan ile bilgisizliğe katlanan daha doğrusu onunla bir olan hayvan arasındaki sınırı çizen bilgi sistemi bir çeşit ayaklanmadır.Düşünce konuşma,bilim ve benzeri bu ayaklanma ürünleri sonuçlarıdır.İnsanı insan yapan bu niteliğidir.İnsan ayaklanıp BAŞKALDIRDIĞI gün insan olmaya başladı” diyen Jean Bruller Vercors’e kucak dolusu öpücüklerimi yolluyorum..